okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün263
mod_vvisit_counterDün867
mod_vvisit_counterBu hafta2303
mod_vvisit_counterBu ay12534
mod_vvisit_counterHepsi1839543

Küresel Sistemin En İşlevsel Aparatı:Suud ve Diğer Körfez Tiranları

Adına ister konjonktürel zaruretler diyelim istersek reel politika veya ulusal çıkarlar fark etmez, Türkiye hariciyesinde baş döndürücü bir değişim söz konusu. 15 Temmuz ihanetinin finansörü olmakla itham edilen Birleşik Arap Emirlikleri’yle başlayan, ardından İsrail’le devam eden “normalleşme” adımları, Mısır ve Suud’u da içine alarak devam ediyor. Sırada Suriye’nin olup olmadığını bilmiyoruz. Olursa şaşırır mıyız? Zannetmiyorum… Şaşırmayı unutturacak hızda oluyor her ne oluyorsa. Sistem “habere boğarak cahil ve edilgin kılma “ stratejisiyle hareket ediyor…”Reel politika” ve “ulusal çıkarlar” putları ahlaki ve ilkesel duruşları cezalandırmak için pusuda bekliyor. Put diyorum çünkü bunlar aracılığıyla helaller haram haramlar helal kılınabiliyor, her türlü gayr-ı meşruluk meşruiyet kazanabiliyor. 21.yüzyılın başında Irak’ın ikinci kez işgali sırasında İngiltere’nin ABD’ye verdiği desteği protesto etmek için sokaklara dökülen İngilizlere dönemin başbakanı Tonny Blair “sizin refahınız için oradayız” deyince, bir anda gösteriler sona ermişti. Benzer pragmatik tavrı şimdilerde Türkiye sergiliyor. ”İktisadi refahımıza katkı yapacaksa” ahlaki ilkeleri ayaklar altına almakta sakınca görmeyen bir sosyoloji ürüyor (ya da üretiliyor)… Bu sosyolojinin bir sonraki safhası ise “konfor alanına halel gelmediği müddetçe başında kimin olduğuyla ve/veya etrafında olup bitenlerin mahiyeti ve keyfiyetiyle ilgilenmeyenlerin” çoğunluğu teşkil ettiği bir Türkiye’dir. Böyle bir Türkiye için “küçük Amerika” tabirini kullanmak yerinde olur herhalde… Kendi refahı için başka halkların sömürülmesini meşru gören ruh halinin, ne İslam’la ne de insanlıkla alakası kurulabilir.

Türkiye’nin hariciye politikasındaki radikal değişimin tezahürlerinden biri olarak Körfez Tiran(lık)larıyla yakınlaşma adımlarının en dikkat çekici ve etkisi itibariyle de en sarsıcı olanı, herhalde, birkaç yıl önce İstanbul’daki Suud Konsolosluğu’nda “buharlaştırılan” gazeteci Cemal Kaşıkçı’ nın dava dosyası özelinde yaşanan gelişmeler olsa gerek. Dosyanın iade nedenini bilmiyoruz! Ancak söz konusu Suud olunca, gözden ırak tutulmaması gereken bazı hususlara dikkat çekmekte fayda var. Suud Tiranlığı, özellikle 1970’lerden sonra, halkı Müslüman beldelerde Amerikan çıkarlarının güvence altına alınmasını temin edecek iktisadi ve ideolojik destek aparatı olarak konumlan(dırıl)dı. İktisadi desteği malum: Petro-dolar… İdeolojik desteği ise, Neo-Selefi(vehhabi) doktrin aracılığıyla halkı Müslüman beldeleri küresel sistemin müdahalesine hazır hale getirecek “endoktrinasyon” çalışmaları yapmaktı. Sözünü ettiğim bu doktrin ilk olarak 1979-89 tarihleri arasında Afgan-Sovyet savaşında kullanıldı. Direnişe katılmak için Afganistan’a gelen binlerce Müslüman genç Suud tarafından fonlanan eğitim kamplarında ideolojik tedrisattan geçirildi. Amerika bu gençler için o dönemde “mücahit” tabirini kullanıyordu. Sovyetler dağılıp soğuk savaş hikayesi sona erdiğinde aynı gençler “terörist” olarak anılacaktı. Afganistan’ın bugün içinde bulunduğu içler acısı halin müsebbibi, ABD-Rusya gibi emperyalist devletler olduğu kadar, Suud-Pakistan gibi kendisini İslam’a nispet eden (münafık karakterli) devletlerdir… (Burada bir parantez açarak halihazırda devam eden Ukrayna-Rusya savaşının, kısmen, Afgan-Sovyet savaşına benzediği söylenebilir. Şöyle ki II.Dünya Savaşı’ndan sonra küresel sistemin direksiyonuna geçen ABD, 1979’da, Sovyetlere Afganistan’da bir Vietnam yaşatmak için, Afgan halkının “boyunduruk altına alınamayan” ruh halinden ilham alan direnişi destekleyerek on yıl boyunca Sovyetleri yıpratmış ve nihayetinde Afganistan işgali Sovyetlerin dağılmasına sebep olmuştu. Şimdi ise, aynı ABD, Rusya’yı yıpratmak ya da meşgul etmek için, birkaç yıl önce İstanbul’da yaklaşık bin yıldır bağlı olduğu Rus Ortodoks kilisesinden ayrılarak kendi bağımsız kilisesini kuran ve böylece “ulus olma” yolundaki en önemli adımı atan Ukrayna’nın “ulusal direniş” duygusundan istifade ediyor.)  

Amerika, Neo-Selefi/Vehhabi doktrin aracılığıyla, İslam dünyasındaki direniş potansiyellerini manipüle, kriminalize ve terörize etme imkanına Suud sayesinde kavuştu. 1990’lı yılların başında Bosna direnişini mecrasında saptırmak için Neo-Selefilik devredeydi…Bereket versin ki, direnişin başında Aliya gibi bilge bir şahsiyet vardı ve kurulan tezgahı bozdu. Ancak sistem işle(til)meye devam etti. Bir sonraki adres Çeçenistan’dı. İmam Şamil’den Cevher Dudayev’e kadar vakarını koruyan direniş, Suud’un vehhabi doktrininin propagandistliğini yapan paralı askerleri bölgeye intikal etmeye başlayınca mecrasından saptı. Bu sapma Rusya’nın da işine geldi. “Terörizmle mücadele” klişesinin gölgesine sığınarak bütün vahşiliğini perdeledi. Sadece Amerika değil, Rusya da neo-selefi/vehhabi doktrinin ne kadar kullanışlı olduğunu anlamıştı. Bu kullanışlılık 11 Eylülle birlikte pik yaptı. Afganistan-Irak-Suriye ve Libya‘nın tarumar edilmesi (esasında İslam dünyasının hafızasızlaştırılması) için Amerika istediği gerekçeye (tekrar) kavuştu. Denebilir ki küresel sistem İslam dünyasına müdahale etmek istediğinde önce oraya Suud mahreçli neo-selefi/vehhabi doktrini ihraç ediyor (ya da zeten bu doktrine müsait bünyeyi daha da kışkırtarak koşulların elverişli hale gelmesini bekliyor) , ardından ise “terörizmle mücadele” klişesine sığınarak işgal girişimi başlatıyor. Sistemin nasıl işlediğini iyi kavrayan Beşar Esad, canavarca fiillerine meşruiyet kazandırmak için, Suriye’deki halk hareketinin ilk aylarında cezaevlerindeki neo-selefi örgüt üyelerini serbest bırakmış, “terörizmle mücadele” ettiği algısı yaratarak, uluslar arası kamuoyunun desteğini arkasına almayı murat etmişti.

Suriye iç savaşının başlamasından sonra sahadaki en aktif örgütler Suud aklından ilham alan El Kaide-İŞİD ve DAİŞ gibi yapılardı. Bu yapılara hem Türkiye’den hem de Asya-Avrupa-Afrika havzasından binlerce katılım oldu.Katılımcılar neo-selefi/vehhabi ideoloji tarafından endoktrine ediliyordu. Kurucu/inşa edici siyasal akla yabancı bu örgütler, ultra-katı literalist yaklaşımlarıyla hem modern/post-modern paradigmanın arzu ettiği “öteki” imgesinin oluşumuna katkı sundu hem de seküler,pluralist hayat tarzı ve dünya görüşünün idealize edilmesini sağladı. Öte yandan Müslümanlara karşı olabildiğince haşin, şedit ve gaddar olan bu örgütler İsrail’e karşı “nötr” davranmayı tercih ediyordu her nedense! Suriye-İsrail sınırı özel olarak korunuyor ve fakat Suriye-Türkiye-Irak sınırlarında kaos bitmek bilmiyordu. Suriye’deki iç savaş, Türkiye’nin güneyinde Suud’un ideolojik nüfuzunu her geçen gün arttırdı. Kaldı ki 1980’lerden itibaren Rabıta örgütü aracılığıyla Suud zaten Türkiye’de oldukça faaldi. Diyanet İşleri Reisliği de dahil uzun yıllar devlet bürokrasisinde görev yapmış olan Tayyar Altıkulaç’ın hatıralarından öğreniyoruz ki Rabıta Örgütü, Türkiye’de diyanet personellerinin maaşını ödemiş ve cami yapımına destek olmuş. 12 Eylül’ün kudretli generali Kenan Evren bile bu yardımlara itiraz etmemiş. (Bkz. Tayyar Altıkulaç/Zorlukları Aşarken/Ufuk Yay./I.Cilt/Syf.432-440) Uğur Mumcu’nun başına gelenlerin Rabıta Örgütü hakkında yazdığı hacimli kitapla ilgisi var mı bilmiyoruz. Ancak tanınmış bir gazeteci olan Cemal Kaşıkçı’yı, Türkiye’nin egemenlik haklarını da çiğneyerek, İstanbul gibi devasa bir metropolde katletmeleri gösteriyor ki, Suud’un Türkiye’deki eli oldukça uzun. Dava dosyasının iadesi sonrasında, ana akım Türkiye medyasında konuyu (hakkını vererek) gündem yapanların sayısındaki azlık “paranın satın alamayacağı şey yoktur” klişesinin ispatı adeta… Yargının siyasallaştığına dair yakın tarihimizin bitmek bilmeyen tartışmaları bu vesileyle iyice alevlenmiş oldu… Hukukun, hem yerelde hem de küre ölçeğinde, bal arılarının değil de eşek arılarının çıkarlarını güvence altına alması, müesses nizamın karakteristiği hakkında çok şey söylüyor aslında…

İktidar sahiplerine hakikati söylemek yerine, iktidar(lar)ın hakikat(ler)ini kamuoyuna propaganda yoluyla aktarmayı tercih edenler, Türkiye-Suud(Körfez) yakınlaşmasından bir kahramanlık hikayesi çıkaracaktır elbette… Örneğin Arap beldelerinin Türkiye’nin gücünü takdir ettiği, Türklerle başa çıkılamayacağını anladıkları, Osmanlı ruhunun yeniden canlandığı, ümmete ağabeylik rolümüzü oynamaya başladığımızı yüksek perdeden dile getiren açıklamalara şahit olabiliriz. Hamaset her zaman büyüleyici olmuştur… Suud’un riyasetinde Körfez Tiranlıklarının küresel kapitalist/neo-liberal düzenin değirmenine su taşımakla vazifeli olduğunu ve bu vazifenin deruhte edilmesi esnasında Mekke-Medine gibi aziz beldelere ev sahipliği yapmanın manevi ayrıcalığı ile petro-dolarlara sahip olmanın maddi ayrıcalığının kullanıldığını görmezden gelemeyiz. Öte yandan kadim Arap-Acem kavgasında Türkiye’yi Körfez’in safına çekip orta ve uzun vadede İran-Türkiye gerilimine yatırım yapma taktiği küresel sistemin de işine gelecektir. Mısır’da faşist generalin darbesinden sonra (ki darbenin en önemli paydaşı Suud idi) Türkiye’ye sığınan İhvan mensuplarını nasıl bir geleceğin beklediğini de bu süre zarfında görmüş olacağız. Ama asıl dikkatlerimizden kaçırılmak istenen şey ise bu sürecin İsrail’in güvenliğini garanti altına alıyor olmasıdır. Birleşik Arap Emirlikleri’nin 2020’de İsraille yaptığı “İbrahim Anlaşması” bunun delili olarak okunabilir. Körfez Tiranlıkları, atamız put kırıcı İbrahim(a.s)’in oğlu İshak soyundan gelen Yahudilerle diğer oğlu İsmail soyundan gelen Arapları “amca çocuğu” olarak görmeyi ve bu akrabalığı(!) Kudüs’ten vazgeçmenin gerekçesi olarak öne çıkarmayı yeğlemiş görünüyor…

Bu bağlamda denebilir ki Suud, İslam dünyası için İsrail’den daha tehlikelidir. Çünkü İsrail(Siyonizm) açık düşmandır. Suud ise Mekke-Medine gibi aziz beldelere ev sahipliği yapıyor olmanın ayrıcalığı sayesinde Müslümanlar nazarında kabul görmektedir ve bu kabul ona arkadan vurma avantajı sağlamaktadır. Yani bir tür münafıklık… Nitekim her fırsatta bu karakterinin gereğini yapmaktadır. O halde Kudüs’ün Siyonist barbarlık tarafından işgal altında tutulması ve Filistin’in sömürgeleştirilmesi ne kadar kahrediciyse, Mekke ve Medine’nin Suud’un tasallutunda olması da o kadar kahredicidir. Unutmamak gerekiyor ki Ömer Fahrettin Paşa Medine’yi terk etmek zorunda kaldığı tarihten bu yana o aziz beldeler işgal altındadır… Türkiye’nin Suud/Körfezle yakınlaşma adımlarının “bir hikmete mebni olduğunu” düşünmeye teşne muhafazakar/sağ/milliyetçi cenah aslında “yanıltıcı iyimserlik” biriktirdiğini anladığında çok geç olacak. Olan her neyse apaçık bir şekilde gözlerimizin önünde olmaktadır. Ancak buna rağmen “bilmediğiniz şeyler var” ya da “büyüklerden iyi mi bileceksiniz” kabilinden itirazlar, edilgenliğe alış(tırıl)an zihinlerin “düşünsel kötürümlüğüne” delalet eder. İktidar sahiplerini aklamak ve onların her yapıp ettiklerini “biz fanilerin anlayamayacağı” şeyler olarak kodlayıp gizemli bir hava yaratarak gelebilecek itirazları etkisizleştirmek, öteden beri komplocu düşünmeye yatkın sağ/muhafazakar havzaların karakteristik özelliğidir. Ellerindeki maddi imkanları “gösterişli görgüsüzlük” için kullanan Körfez Tiranlarıyla, Türkiye’de son yirmi yılda (hayal bile edemeyeceği) iktisadi zenginliğe erişen muhafazakar/sağ havzanın “ su katılmamış pragmatizmi” arasındaki ünsiyet, Türkiye-Suud(Körfez) yakınlaşmasının “ilkesel” bağlamda değerlendirilmesini imkansızlaştırıyor.

Adalete duyulan güvenin zedelendiği bir toplumda yozlaşmanın önüne geçilemez. Hakkaniyeti öncelemeyen siyaset, yozlaşmaya katkı sunmaktan başka bir işe yaramaz. Bürokratik, siyasal ve iktisadi iktidarın ayrıcalıklarını kaybetmekten endişe edenler (hatta korkan ve bu yüzden paranoyakça davranışlar sergileyenler) Türkiye’nin haysiyetli bir yarına uyanmasını zorlaştırıyor. Algıları kireçlenmiş ve bu nedenle “zihinsel istifra” ile “fikir” arasındaki farkı fark etmekten uzaklaşmış trol ve aparatçik sürülerinin vaziyet ettiği bir toplumsallık hepimiz için tehlike çanlarının çalması demek. Kendisini İslam’a nispet eden bir toplumda bütün bunların “normalleşmesi” kadar iç acıtıcı bir şey olamaz. İlmi/entelektüel vakar sahibi herkesin bu kokuşmuşluk karşısında feryad etmesi gerekiyor.

 

NOT: Bu yazı'm farklıbakis.com sitesinde aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Kamil Ergenç


AddThis
 

Yorum ekle