Tarih Yeniden Yazılırken "Epistemolojik Bağımsızlık Savaşı" na Hazır Mıyız?

Doğulu(özelde Müslüman) toplumlar tarihin son iki asrını kolonyalist bilginin tasallutu altında geçirdiler. Bu bilgi özü itibariyle seküler, ırkçı, dışsallaştırıcı ve araçsal aklı öne çıkaran bir hususiyete sahipti. Beyaz adamın “özne” olduğunu iddia ediyordu ve Batı dışı toplumları henüz olmamış olarak kodluyordu. Bu kodlama, sömürgeciliğin meşruiyet zeminini tahkim etti. Henüz olmamış olanları kıvama getirme amacıyla “beyaz adamın misyonu” klişesi öne çıkarıldı. Aydınlanma aklının rehberliğinde ortaya çıkan tanrı, evren,tabiat,zaman,mekan ve devlet tasavvurlarının küreselleşmesi ve Batı dışı toplumların beyaz adama teslimiyetini temin etmek amacıyla sömürgecilik sistematik olarak devam etti. Evvela askeri araçlarla başlayan sömürgeleştirme zamanla zihinsel sömürüye evirildi ki en tahrip edici olan da buydu. Kavramsal ve kurumsal işgal zihinsel sömürgeleşme sonucu başladı. Artık sömürgecilerin zorlamasına gerek yoktu. Kavramların Müslüman toplumların zihin dünyasını istimlak edişi oldukça travmatik ve patolojik bir sürecin işaret fişeğini ateşledi. Yeni dönem kolonyalistlerin bizzat var olmalarını gerektirmiyordu. Çünkü zihinsel sömürüye maruz kalan toplumlar müstakil bir irade üretme cesaretini yitirdikleri gibi sömürgecilerin bilgi sistemlerini de içselleştirmişlerdi. Artık hayata ilişkin bütün tasavvur biçimleri sözünü ettiğimiz bu bilgi tarafından gerçekleşiyordu. Özellikle Fransız İhtilali’nin ve sanayi devriminin etkisi oldukça fazlaydı. Dönemin Avrupa’ya en yakın devleti olan Osmanlı’da bu etkinin büyüklüğünü görmek mümkündür.

Sömürgeci bilginin Müslüman(ve doğulu) toplumların zihin dünyasında açtığı yara oldukça derindi ve onarılması kısa sürede mümkün görünmüyordu(hala görünmüyor).Müslümanlar bir yandan milliyetçi akımlar aracılığıyla ulus-devlet realizmine teslim olurken,diğer yandan seküler bilgi temelinde üretilen bilimsel bilginin meşruiyetine rıza gösterdiler.Müslüman toplumlara vaziyet eden muktedirler,modern paradigmanın nüfuzunu güçlendirmek için ellerinden geleni yaptılar.Mısır,İran ve Türkiye gibi devlet geleneği nispeten daha güçlü ülkelerin attığı modernleşme adımları diğer halkı Müslüman ülkelere de örnek oluyordu. Bunlar arasında özellikle Türkiye’nin hamleleri dikkatle takip ediliyor; hem Avrupa’ya olan yakınlığı hem de hilafete ev sahipliği yapmış olmanın imtiyazıyla Türkiye merkezi bir konum işgal ediyordu. Bu sebepten olsa gerek İran, Afganistan, Mısır, sonraları Pakistan gibi ülkeler modernleşme adımlarını Türkiye’ye bakarak atmayı yeğlediler. Milliyetçiliğin anti-emperyalist doğasına sığınan bu Müslüman toplumlar sonraları sömürgeci perspektifin ürünü olan bu ideoloji tarafından bütünüyle massedildiler. Böylece itikat eksenli birliktelikler yerine kültürel ve milli birliktelikler geçti. Bu durum ümmet perspektifini zedelediği gibi küresel kapitalizmin tahkimatını da kolaylaştırdı.

Modern bilgi sisteminin rehberliğinde cari kılınan devlet,siyaset,toplum,tarih,bilim tasavvurları Müslüman toplumların kendi değer sistemlerine yabancılaşmalarına sebep oldu. Öyle ki din bir kültür bileşeni olarak kodlanarak yeni kurulan ulus devletlerin meşruiyetini tescilleme amacıyla araçsallaştırıldı. Ulus devletler dini sadece ihtiyaç duyduklarında kullanmaya başladılar. Böylece dinin kamusal alana ilişkin belirleyici ve tayin edici etkisi sıfırlanmış oldu. Artık kamusal alan bütünüyle modern değerler sisteminin çizdiği çerçeveye sadık kalınarak şekillendiriliyordu. Körfez Arap Krallıklarında ise durum daha da farklıydı. Kuzey-Güney İslam’ı tasnifi yapan oryantalist havzaların, iknaya dayalı doğaları ve felsefi/düşünsel çabaları nedeniyle daha tehlikeli addettikleri Kuzey İslam’ını(Maveraünnehir,Türkiye ve İran havzası) dengelemek için,şeditliği ve akla yabancı doğasıyla tebarüz eden Neo-Selefiliğin alanını genişletme çabaları,körfez tiranlıklarının desteklenmesini gerektiriyordu.Ayrıca Mekke-Medine gibi kutsal mekanların ümmetin ortak iradesinin değil de, bedeviliğiyle maruf bir yapının tasallutuna terk edilmesi,kozmopolit üst kültüre vurulmuş bir darbe olarak öne çıkar.Körfezin kozmopolitlikten uzak doğasına rehberlik eden İslam yorumunu sakıncalı bulmayan küresel sistemin(ABD’nin); Mısır,Türkiye ve İran gibi kültürel kodları,ilmi/entelektüel geçmişleri daha zengin ülkeler için benimsediği taktik dolaylı yoldan sömürgeleştirmektir.Küre ölçeğinde etki uyandıracak din dilinin üreyebileceği havzalar olarak Türkiye,Mısır ve İran üzerinde kurulan denetim mekanizması halen oldukça güçlüdür. Bu ülkelerden Türkiye ve Mısır son iki yüz yıldır “epistemolojik bağımlılıkla” malül oldukları için küresel sisteme direniş gösterme iradeleri oldukça zayıflamıştır. İran ise 1979 da bağımsızlık yolunda attığı oldukça radikal adımla önemli bir kazanım elde etmiş ve fakat bu kazanım kendisini şiilik bağlamına hapsederek tecrübesinin ümmet havzasında yayılmasını engellemiştir.

Ada Avrupası’nın(İngiltere) pragmatikliği ile kıta Avrupa’sının (Almanya-Fransa) felsefi/teorik perspektifinin izdivacıyla ortaya çıkan modern paradigma, tanrının müdahil ol/a/mayacağı bir hayat tasavvuru temelinde hareket etmeyi yeğledi. Protestanlığın burjuva aracılığıyla kazandığı meşruiyet, iktisadi atağın da ayağını oluşturuyordu.Pazarın egemenliğini ele geçirme çabası geleneksel toplumların sisteme dahil edilmesini gerektirdi ve bu gereklilik ciddi bir Pazar mücadelesinin de zeminini oluşturdu. I.Dünya savaşı, geleneksel birliktelik biçimlerinin tamamını ortadan kaldırdı. Osmanlı, Rus, Japon ve Alman imparatorlukları savaşın sonunda tarihe karıştı. Yeni birliktelik biçimi olarak 19.yüzyılın başından itibaren terviç edilen ve aslında teorik temeli 1648 Westfalya ile oluşan ulus devletler ortaya çıkmaya başladı. Kömürün yerine petrolün geçmesiyle hızlanan sanayi üretimi ve gelişen silah teknolojisi,mamul maddenin satışa çıkarılacağı yeni pazar arayışları,sömürgelerden elde edilen ham maddenin paylaşımında ortaya çıkan hoşnutsuzluklar,çok kültürlü yapılarıyla devasa boyutta olan imparatorlukların yeni Dünya’nın hızına yetişemeyen hantal yapıları,ulusal bilincin kamçılanmasıyla ortaya çıkan milli şuur,büyük savaş/lar/ın yaklaştığının habercisiydi.20.yüzyılın başında gerçekleşen ilk büyük savaş kapitalist sistemin küreselleşmesini temin etme yolunda ciddi bir imkan sağlamakla birlikte tam kemale erdirememişti.Bu sebepten II.dünya savaşı,bir yandan küresel kapitalist güç olarak Amerika’nın tarih sahnesine daha güçlü olarak çıkmasını temin ederken,diğer yandan imparatorluk bakiyesi olan Japonya,Almanya,Türkiye gibi ülkelerin kapitalist sisteme tam entegrasyonunu sağladı. Nitekim bugün sözünü ettiğimiz bu üç ülke de kapitalistleşme yolunda Amerika’yla rekabet eder duruma gelmişlerdir. Japonya ve Almanya’nın Türkiye’ye göre daha ileri düzeyde olduğu söylenebilir. Küresel süper güç olarak, II.Dünya savaşından sonra tarih sahnesine çıkan Amerika’nın,sömürgeci Avrupa’nın ürünü olduğunu da unutmamak gerekir.

Birinci dünya savaşıyla tarihe giriş yapan, İkinci dünya savaşıyla da küresel bir güç olduğunu ispat eden Amerika, Avrupa’dan devraldığı oryantalist literatürü de kullanarak yeni-sömürgeciliğin kodlarını oluşturmaya başladı. Almanya’nın kontrol altında alınması amacıyla Avrupa’ya yerleşen Amerika’nın bir yandan kıta Avrupa’sında otoritesini tahkim ederken diğer yandan İslam dünyasından müttefikler/ortaklar devşirerek yeni sömürgeciliğin köşe taşlarını döşediği söylenebilir. Öte yandan ise Latin Amerika’da ki petrol rezervlerinin kontrol altına alınması ve yeni bir evreye geçen kapitalizmin yerleşmesi için pazar yaratma amaçlı operasyonlara ihtiyaç vardı.Bu amaçla soğuk savaş olarak adlandırılan dönemde Latin Amerika başta olmak üzere Türkiye’yi de içine alan bir kapitalistleşme süreci başladı. Arjantin, Şili, Bolivya, Meksika,Peru gibi ülkelerde Chicago Üniversitesi marifetiyle özelleştirme politikaları ve serbest piyasa ekonomisine geçiş operasyonları yapıldı. Toprak reformu adı altında ülkeler parsellendi ve çok uluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda yerli esnaf ortadan kaldırıldı. Amaç neo-liberal iktisadi düzeni tahkim etmekti. Pazarın güvenliğini temin etmek için ilgili ülkelerin ordularından devşirilen cuntalar kullanıldı. ABD destekli bu cuntalar on binlerce insanın hayatına ve bir o kadarının da işkence ve hapis yaşamasına mal olan cürümler işlediler.Türkiye’de bu süreçten payına düşeni aldı. Bu operasyonların Türkiye ayağı NATO üyeliği ile başladı denebilir. Altın vuruş ise 12 eylül ihtilaliyle gerçekleşti.

Sovyetler Birliği’nin gadrine uğramaktan çekindiği için NATO’ya, Amerika’nın Kore’deki savaşına destek vermek şartıyla dahil olan Türkiye, dolaylı yoldan sömürgeleştirildi. 19.yüzyılın başından itibaren Aydınlanma aklının rehberliğine ram olarak zaten zihinsel olarak sömürgeleşmeye rıza gösteren Türkiye siyasi/bürokratik ve entelektüel çevreleri, II.dünya savaşının akabinde,bazı stratejik gerekçelerle,NATO çatısı altına girmeyi yeğlediler.Bu süreç tesirlerini iktisadi,içtimai,akademik,siyasi her alanda hissettirecektir.Öyle ki NATO hangi şehirlerde ne tür üniversiteler açılacağına varıncaya kadar karar süreçlerinde etkili olmuş,basın-yayın çalışmalarına katılmış,anti-komünist örgütlenmeleri desteklemiş,siyasi karar alma süreçlerine dahil olmuş ve 27 mayıs ta dahil olmak üzere bütün darbeleri desteklemiştir.Nitekim üç yıl önce şahit olduğumuz 15 temmuz darbesi de, NATO’nun sevk,idare ve lojistik desteğiyle mümkün olmuştur.Ancak ne hazindir ki, Türkiye bu örgütü gereği gibi tartışamamış ve meseleyi sadece FETO bağlamına hasrederek,oldukça sığ bir alanda imal-i fikr eylemiştir.Hatta Barış Pınarı harekatı kapsamında Amerika’yla yapılan mutabakatın üçüncü maddesinde Türkiye “NATO toprağı” ve içinde yaşayanlar da “NATO halkı” olarak nitelenmiş ve bir nevi bu örgütle olan bağımızın zarureti tescillenmiştir.Bu örgüt Türkiye’nin yirmi beş farklı noktasında askeri üsse sahip olmasına rağmen,sadece incirlik odaklı tartışmalar yapılarak son derece ucuz bir hamaset dili tutturulmuştur. Şayet Türkiye’de eleştirel dikkate ve müteyakkız bir bilince sahip bir kamuoyu veya gerçek anlamda sorumluluk sahibi üniversiteler, entelektüeller, sivil toplum örgütleri olsaydı Barış Pınarı Harekatı kapsamında ABD ile imzalanan mutabakat metninin üçüncü maddesine görkemli bir itiraza şahitlik edecektik. NATO’yla birlikte yaşamayı öylesine içselleştirmişiz ki, itiraz etmek bir tarafa, ulus-devletin kadrolu uzmanları,stratejistleri,güvenlik danışmanları tarafından görsel ve yazılı medya aracılığıyla Türkiye-NATO ilişkilerinin zaruretine dair ikna edici(!) beyanları reel politik gerekçelerle onaylıyoruz.Asıl ironik olan ise “yerlilik ve millilik” sloganlarının gök kubbeyi doldurduğu bir vasatta tüm bunların yapılabiliyor olmasıdır.Bu örgütün Libya,Somali ve Afganistan’da neler yaptığı herkesin malumudur. Türkiye bu örgütün suç ortağı olmak zorunda değildir.Kaldı ki NATO başlangıçta Sovyet yayılmacılığına karşı Atlantiğin iki yakasını korumak amacıyla kurulmasına rağmen,Sovyetler dağıldıktan sonra da varlığını devam ettirmiş ve kendisine yeni bir düşman belirlemiştir.Bu düşman hiç şüphesiz İslami Hareketlerdir.Denebilir ki,Sovyetlerin 1991 de dağılmasından sonra NATO’nun yeni misyonu küre ölçeğinde modern paradigma dışı İslami hareketleri bertaraf etmek ve Ortadoğu da İsrail’den daha güçlü bir devletin var olmasının önüne geçmektir.Bu bağlamda İslami direniş hareketlerinin nasıl hedef tahtasına koyulduğuna dikkat etmek gerekir.

Sovyetlerin dağılması sonrasında Amerika‘nın(Batı uygarlığının) yeni düşmanı olarak belirlenen İslam’ın, büyük bir tehdit olduğuna küresel kamuoyunun ikna edilmesi gerekiyordu. Bu ikna görevini her zaman olduğu gibi akademi üstlendi.Nasıl ki 19.yüzyıldan itibaren Doğu’nun barbar/ilkel/primitif olduğunu kanıtlamak için filoloji,antropoloji ve sonraları sosyoloji disiplinleri araçsallaştırıldıysa şimdi de din,kültür ve medeniyet tarihi üzerinden yapılan çözümlemelerle Doğu’nun(İslam ve Konfiçyus medeniyetlerinin) Batı için tehdit oluşturduğu tezi işlendi. Öncesinde İran İnkılabının ve Cezayir direnişinin estirdiği “epistemolojik bağımsızlık” havası küresel sistemi oldukça endişelendirmiş ve “siyasal İslam” kavramının himmetine sığınarak İslami direniş hareketlerini kriminalize etmeye çalışmışlardı. Bu bağlamda Hungtington ve Fukyama’nın savunduğu tezler bir yandan medeniyetlerin çatışma potansiyellerine dikkat çekerken, diğer yandan Batı medeniyetinin insanlık tarihi açısından kemal noktasını temsil ettiği iddiasını ispatlama amacı güdüyordu.

Hungtington’un “medeniyetler çatışması “ tezi özünde soğuk savaşın sona erdiğini ve bundan sonra savaşların medeniyet havzaları arasında olacağını iddia ediyordu. Toynbee’nin yaşayan medeniyetler tespitinden hareketle Hungtington Rus,Japon,Konfiçyus,Hint,Avrupa,İslam ve Afrika medeniyetleri tasnifini yaparak yeni dönemde Batı dışındaki medeniyetlerin Batı’dan intikam almak üzere savaşa girişeceklerini ve hatta geleneğe verdikleri önem bakımından benzeşen Konfiçyus ve İslam medeniyetleri arasında yakınlaşma olacağı ve buna karşı Amerika’nın dikkatli olması gerektiği iddiaları vardı.Batı ve diğerleri(West and the Rest) tasnifi zaten ziyadesiyle kibirli bir ayrıma işaret ederken bir de Fukuyama aracılığıyla tarihin sonunun geldiğine ilişkin tespit dünyaya adeta bizden “başka seçenek yok” mesajı vermek anlamına geliyordu.Liberal demokrasilerin insanlık tarihinin nihai noktası olduğuna dair iddianın özellikle İslam dünyası toplumlarını yakından ilgilendirdiğini düşünüyorum.Çünkü bu iddia İslam’ın 21.yüzyıla söz söyleyemeyeceği veya alternatif olamayacağı anlamına geliyordu. Müslümanlara önerilen ise, kamusal iddialarından teberri etmiş ve sadece mistik bir tecrübe veya manevi bir tatmin vasıtası olarak kodlanmış bir din dilini benimsemeleridir. Bunun için “işraki gelenek” yardıma çağırıldı ve araçsallaştırıldı.İçsel yücelmeyi merkeze alan bu akım,Müslümanlara Batıni bir dini anlayış dayatır.Böylece, zımnen, dünyevi-uhrevi bilgi ayrımı için meşruiyet zemini oluşturulur ve İslam’ın tevhidi perspektifi sömürgecilerin lehine olacak şekilde tahrip edilir. İşraki gelenek, dini sadece sezgi, ilham ve rüya odaklı bir bağlama hapsediyor ve bilgiyi de içsel/batıni/ezoterik usulle elde edeceğine inanıyor. Akli çabayı tahfif ediyor ve muhatabını edilgenleştiriyor. İslam’ın “özne” olmaya çağırdığı şahsiyeti, tarihin ve zamanın dışında yaşayan fosillere çeviriyor. Tek adamın (Şeyh,üstat,mürşit vb.) her şeyi bildiğini zannediyor,mutlak itaat istiyor,yorumu ve eleştiriyi tehlikeli görüyor.Merkezde yer alan bu tek adamlar, her türlü çirkefliği ve işbirliğini yapabiliyor ve bu yaptıklarını da din dilini kullanarak meşrulaştırıyor. Kolonyalistler bu din dilini oldukça önemli görüyor ve emellerine ulaşmak amacıyla destekliyor. Mısır, Hindistan, Pakistan, Türkiye, Çeçenistan ve Malezya’da desteklenen dini guruplar bu bağlamda değerlendirilebilir. Sömürgeciler, karşılarında din diliyle efsunlanmış/büyülenmiş/narkozlanmış kitleler gördüğünde emellerine daha kolay ulaşabiliyor. Böylece bu dünyanın idaresini sömürgeciler üstlenirken, Müslümanlara öte dünya öneriliyor.Bu mistik/batıni dilin en iyi temsilciliğini üstlenen ve 1980 sonrasında özellikle desteklenen Neo-Nurculuk (adlandırma Atasoy Müftüoğlu’na aittir) bir yandan muhafazakar ve sağcı gelenekten bağımsızlaşarak özgün bir duruşun temsilciliğine soyunan İslamcılığı ötekileştirirken,diğer yandan dinin bir maneviyat biçimi olarak anlaşılması yönünde oldukça önemli bir işlev görmüştür.

Bu durumda epistemolojik bağımsızlık savaşının gerekliliğini hatta zaruretini idrak etmek elzemdir.Bağımsızlık dendiğinde, genelde, aklımıza teritoryal(toprağa ait) bağlama ilişkin bir durumun ifadesi gelir. Ulusal sınırlar, bağımsızlık marşları ve bayraklar…İçinde bağımsızlık marşının okunduğu ve ulusal sembollerin teşhir edildiği ülkelerin bağımsız olduğunu zannederiz.Oysa ki gerçek anlamda bağımsızlık, müstakil bir bilgi felsefesine sahip olduğumuzda (yani kavramlarımıza rengini veren bir değer sistemimiz olduğunda ve kurumsal yapımızı da, değer sistemimizin renklendirdiği kavramlarla teşekkül ettirdiğinizde) gerçekleşir. Halihazırda dünya üzerinde nice ülkeler vardır ki, sınırları, bayrakları ve marşları olmasına rağmen “bağımlı” olmaktan kurtulamamışlardır. Bu bağımlılık zannedildiği üzere sadece iktisadi ve askeri/sınai bağımlılık değildir. Bunlar aşılabilir… Hatta bunları aşmak kolaydır… Ancak “epistemolojik bağımlılık” tesirleri asırlarca devam eden bir sonucu ortaya çıkarması bakımından oldukça sarsıcıdır. Çünkü artık sözcükleriniz size ait değildir. Başka kültür havzalarında renklendirilmiş kavramlarla hayatınızı idame ettirmek, meramınızı anlatmak ve inançlarınızı yaşamak zorunda kalmışsınızdır. Bu saatten sonra bütün bir sanayiniz,iktisadınız,savaş potansiyeliniz “yerli ve milli” olduğunu iddia etse de, ortada çok ciddi bir sorun var demektir.Artık zihinsel bir bağımlılık başlamıştır ve bu bağımlılığı diğerlerinden ayıran en önemli özelliği muhatabını “başkalaştırmasıdır”.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu İslam dünyası halklarının epistemolojik bağımlılıktan kurtulmasının yolu, yaklaşık iki asırdır maruz kaldıkları sömürgeci bilgiye karşı farkındalık bilinci geliştirmek ve vahye sadık kalarak insan,evren,tabiat,bilgi,siyaset,tarih,zaman ve mekan tasavvuru oluşturmaktan geçiyor.Sözünü ettiğimiz bu farkındalık bilincinin oluşması zannedildiğinin aksine oldukça zordur.Çünkü toplumlarımız sömürgeci bilgi ve bu bilginin rehberliğinde teşekkül etmiş tasavvur biçimleriyle barışıktır.Din anlayışımız bile sömürgeci bilginin rehberliğinde şekillenmiştir.Dolayısıyla modern paradigma dışı bir varoluşun imkanlarını zorlamak şarttır.Bunun için sebatkar kadrolara ihtiyaç vardır. Bu kadrolar bir yandan modern paradigmayı diğer yandan da geleneği teşrih masasına yatırmalıdır.Bu çabanın adı “Epistemolojik Bağımsızlık Savaşı” olabilir.Bu savaşı göze alanlar için birkaç öneriyle yazıyı sonlandıralım.

1-Modern paradigmanın bilgi teorisiyle yüzleşmek. Bilgiyle kutsalın arasının ayrılma serüvenine(sekülerlik) dair çalışmalar yapmak ve seküler bilginin tahakkümünden kurtuluşun yol haritasını hazırlamak.

2-İslami referanslar temelinde bir bilgi, tarih ve siyaset felsefesi teorisi geliştirmek. İslami kavramların meşruiyetini temin edecek,onlara hayatiyet kazandıracak çalışmalar yapmak.

3-Yaklaşık iki asırdır devam eden kolonyalist/post-kolonyalist dilin, tutumun, tavrın ve tarzın deşifre edilmesine yönelik derinlikli çalışmalar yapmak. Bu bağlamda filoloji,antropoloji,sosyoloji,psikoloji gibi disiplinlerin nasıl araçsallaştırıldığını deşifre etmek. Eleştirel dili ve farkındalık bilincini tahkim etmek.

5-Ulus-devlet realizmi, küreselleşme ve kapitalist/liberal/demokratik dogmalarla hesaplaşmak.

6-Modern ve geleneksel despotluklar tarafından zihnen ve bedenen işgal edilmiş bugünün insanına, İslam’ın yalnızca Allah(c.c)’a kul olmayı öneren şahsiyet manifestosunu beyan etmek.

 

Kamil ERGENÇ

 

Not:Bu Yazı'm Umran Dergisi'nin 304.sayısında (Aralık 2019) "Tarih Yeniden Yazılırken Yapılması Gereken" başlığıyla yayınlanmıştır. 

 

Yararlanılan Kaynaklar

1-Naomi Klein/Şok Doktrini:Felaket Kapitalizminin Yükselişi/Türkçesi:Selim Özgül/Agora Yay./1.Baskı/2010

2-Cangül Örnek/Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı: Antikomünizm ve Amerikan Etkisi/Can Yay./1.Baskı /2015-İst.

3-Samuel P.Hungtington/Medeniyetler Çatışması/Der.Murat Yılmaz/Vadi Yay./11.Baskı/2014-İst.

4-Samir Amin/Avrupa-Merkezcilik:Bir İdeolojinin Eleştirisi/Çev.Mehmet Sert/Yordam Yay./1.Baskı/2018

5-Kishore Mahbubani/Büyük Yakınsama:Asya Batı ve Tek Dünyacılık/Çev.Belgin Çallı/Yarın Yay./1.Baskı/2015

6-Alparslan Açıkgenç/Bilgi Felsefesi(İslam Bağlamında Bilgiden,Bilimden Sistem Felsefesine)/İnsan Yay./3.Baskı/2007


AddThis