Hümanizm Tutmadı(!) Post-Hümanizm Verelim(!)

İnsanı tanı(mla)ma çabasına dair anlatı asırlara baliğdir. Hakkında filozofların, ediplerin, şairlerin, alimlerin en fazla mürekkep akıttığı mesele herhalde insanın bu dünyadaki varlığının anlamı ve gayesi olsa gerek. Bilinen insanlık tarihinin her safhasında insanın nereden gelip nereye gittiği, varoluşunun amacının ne olduğu, potansiyeli, karakteri, zaafları v.b hususlar hakkında dile getirilen kanaatlere rastlamak mümkündür. Düşünce tarihi, insanın anlam arayışının tarihidir dersek herhalde abartmış olmayız. Bu arayış materyalizm, pozitivizm, sicientisizm, hedonizm, hümanizm, sosyalizm, egzistansiyalizm v.b farklı ideolojik kampların inşasında etkili olmuştur. Ancak tüm bu kamplar hakikatin sadece bir cüzüyle temas kurabilmiş fakat insana dair bütüncül ve kamil bir öğretinin mümessili olmayı başaramamışlardır.

Bilinen insanlık tarihinin yaklaşık olarak son üç asrı modern paradigmanın egemenliğinde şekillendi. Modernite, seküler bilgiyi ve araçsal aklı referans alarak yola koyuldu. Vahiy ve nübüvvet bilgisinin yerine bilimsel bilgiyi ikame etti. Hakikatin verili olmadığını iddia etti ve onun(hakikatin) doğadan bilim yoluyla elde edileceğini vehmetti. Matematiğin dilini merkezileştirdi. Evrendeki düzeni, nizamı ve ölçüyü anlamanın aracı olan matematik, tanrıyı yeryüzünden kovmak amacıyla araçsallaştırıldı. Mekanik insan ve evren tasavvurunun inşasında matematiğin rolü hayatiydi. Mesih’i bekleyen ve yoksulluğu övünç olarak kabul eden Hıristiyan toplumunu, cennetin bu dünyada inşa edilebileceğine ikna eden söylem matematikten ilham alıyordu. Sadece bu da değil… Üç uknum teorisine sığınan Hıristiyan teolojisini de mağlup etti matematik. Kiliseye karşı verilen bağımsızlık mücadelesinde matematiksel düşünme biçiminin etkisi yadsınamazdı. Dünyanın büyüsü bozulmuştu bir kere. Büyü bozulunca dünya-ahiret ilişkisi de tek taraflı olarak yeniden düzenlendi.Kadim geleneğin canlı evren/tabiat algısı tersyüz edildi.Tabiatın sırlarına ulaşmak için ona işkence etmeyi meşru gören hastalıklı bir akıl ortaya çıktı.Araçsal akıldan ve seküler bilgiden ilham alan modern bilim,benzerine insanlık tarihinde daha önce rastlanmayan bir yıkımın ve tahribatın öncüsü oldu.

Modern bilimin rehberliğinde ihdas edilen sosyal ve siyasal bilimler bilgiyi tahakküm kurma amacıyla araçsallaştırmayı tercih etti. Tabiat ve insan hakkında edinilen bilgiler, hakikatle ünsiyet kurmak için değil bilakis hakikatin üstünü örtmak,onu eğri ve dolambaçlı göstermek ve böylece yeni tiranlıklar inşa etmek için kullanıldı/kullanılıyor. Modern tıp ve psikoloji aracılığıyla bedensel(anatomik) ve ruhsal varlığı adeta bir makine gibi incelenen insan, yeni iktidar odaklarının elinde oyun hamuruna dönüştürüldü. Başından itibaren ruh-beden, dünya-ahiret,fizik-metafizik,madde-mana,kamusal-özel gibi birbirinden bağımsız alanlar oluşturma amacına matuf olarak işlev gören modern düşünme biçimi, bu amacına büyük oranda ulaşmış görünmektedir. Hayata, tarihe ve bilgiye tevhidi perspektiften bakmayı emreden İslam’ın ruhuna yabancı olan bu düşünme biçiminin “şirk” le olan yakınlığı görmezden gelinemez. Tevhidin zıddı olarak şirk; birleştirmeyi değil ayırmayı, bütünü değil parçayı, külli olanı değil cüz’i olanı öne çıkararak hayatı parçalara ayırır ve her parça için ayrı bir değer sisteminin(paradigmanın) egemen olmasını salık verir.

Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olan modern paradigma, bir bütün olarak değerlendirildiğinde, dinin belirleyici ve tayin edici olduğu bir dünyadan rasyonalitenin egemen olduğu bir dünyaya iltica edildiği görülebilir. Buradaki dinin muharref Hıristiyanlık olduğunu söylemek mümkündür. Roma’nın müstehcen, ırkçı, materyalist ve kapitalist dünyasına dahil olmayı reddeden İsevilik, İsa’nın ölümünden birkaç asır sonra Roma müesses nizamının kodlarına teslim oldu. Hıristiyanlık resmi din olarak kabul edildi. Fakat devlet dini olan Hıristiyanlık farkında olmadan Roma devletinin ruhunu da özümsedi. Romalıların, pagan Grek/Yunan kültür ikliminden tevarüs ettikleri Zeusvari tanrı tasavvurunu miras aldı. Merhamet, tevazu, sadelik örnekliğiyle tebarüz eden İsa’nın yerini Roma kayserlerinin gaddar, bencil, görkemli dünyası aldı. Din kurumsallaştı. Kilise, tanrının temsilcileri olduğunu iddia edenlerin sığınağı olarak öne çıktı. Roma’nın pagan karakteri İsevi öğretiye nüfuz etti. Dindarlık adına şehri terk eden ruhaniler(clericus), halkı örgütleyerek siyasi/politik figürler üzerinde nüfuz sahibi oldu. Din dili kalabalıkların dikkatini çekmek için ruhaniler eliyle vulgarize edildi(bayağılaştırıldı) ve İsa’nın öğretisi hurafe yığınına döndü. Ortaçağ olarak adlandırılan dönemde kilisenin temsil ettiği skolastik çizgi, hem yorum tekelini elinde tuttu hem de İncil’in Latince dışında herhangi bir dile çevirilmesini engelledi. Sanat ve edebiyat sadece Hıristiyanlığın propagandası için yapılabilirdi. Kilise, insanların günahlarını affetme yetkisini kamusal ve siyasal alan üzerinde mutlak denetim ve kontrol amacıyla kullandı. Bu yetkisinin elinden gitmesine sebep olacak her türlü girişimi hoyratça bastırdı.

Ortaçağ Avrupa’sı bu karanlık süreçten çıkış için, Grek/Yunan kültür iklimine dönmeyi tercih etti. 1492’de hem Müslümanlardan hem de Yahudilerden arındırdığı kıtada Batılı bir Hıristiyanlık icat etmek için canla başla mücadele etti ve bunu başardı. Artık Kudüs değil Roma vardı. İsa ve Meryem Batılı formda tasavvur edilmeye başlandı. Doğulu kökenlerinden arınmak için Kudüs’e sırtını çevirdi Hıristiyan Avrupa. Endülüs Medeniyeti’nin ilmi entelektüel mirasını Toledo(Tuleytula) ve Sicilya üzerinden inceleme fırsatı buldu. Bu incelemeler ona Yunanlı kökleriyle irtibat kurma imkanı verdi. Hümanizm böyle bir sürecin neticesinde ortaya çıktı. İnsanın asaletine inanmayı öğütlüyordu ve Onun tanrıların gazabından ve kıskançlığından kurtulması gerektiğine işaret ediyordu. Hümanizmin şekillenmesinde Sofist düşünce geleneğinin etkisi büyüktü. İnsanı her şeyin ölçüsü olarak kabul eden Sofistleri, antikçağın post-modern düşünürleri olarak görmek mümkün. Yunan/Grek kültürünün tanrılarla insanları kavgalı gösteren mitolojik perspektifi, Hümanizmde de belirgin olacaktır.Tanrıların prangalarından/zincirlerinden kurtulmak için verilen mücadele ve akabinde gelen özgürlük, Ortaçağ Hıristiyanlığı için oldukça cazipti.

Prometeus algısından beslenen Hümanizm bir yandan muhatabını dinin sınırlarından kurtulmaya zorlarken diğer yandan sanat/edebiyat alanlarında da insanı ve onun özelliklerini öne çıkaran yeni bir ekolün gelişmesine sebep oldu. Öncesinde sadece Hıristiyanlığın kutsal figürleriyle sınırlı olan sanat/edebiyat hayatı, şimdi tanrısal olmayan insanın bedensel ve duygusal özelliklerini öne çıkarıyordu. Yunan düşün dünyasında oldukça önemli olan bedeni hazlar, Ortaçağ’ın haz karşıtı dünyasında iştahla sahiplenildi.Vaaz ve ilahilerin yerini zevk/şehvet/güzellik/aşk/komedi gibi insana ait lezzetler almaya başladı. Artık hayatın her alanında dinin etkisi azalmaya başlıyor ve seküler hayat tarzı ve dünya görüşü kendisine ifade zemini buluyordu. Hümanizmin bu yükseliş trendi insanın asaletine kavuştuğu algısının güçlenmesine de yardım etti. Alameti farikası öfke, kin ve gazap olan muharref Hıristiyanlığın Zeusvari tanrısından bizar olmuş toplumlar, hızla pagan Yunan/Grek kültürüne intibak etti. Artık yeni bir insan tipi vardır karşımızda. Tanrıyla savaşmış ve onu mağlup etmiş bu yeni insanın en önemli özelliği Protestan ve burjuva olmasıdır. Kendisini dünyanın merkezi olarak görmektedir. Bilimsel bilginin kilise karşısında sağladığı galibiyete şahit olduğu için bütün yatırımını bu alana teksif etmektedir. Tanrının temsilcisi olduğunu iddia edenleri kamusal alanın dışına itmiştir. Yeni bir dünya kurmuş ve bu dünyayı da modern bilimin ilke ve prensiplerine göre dizayn etmiştir. Maddi zenginliğe adeta tapmaktadır. Kapitalizm bu perspektiften ilham alacaktır. Ortaçağ’ın kavramsal ve kurumsal çerçevesi yapı bozuma uğramıştır.Katolik ümmetçiliği yerine ulus-devlet,cemaatin yerine toplum,müminin yerine birey,papazın yerine bilim adamı,vaizlerin yerine gazeteciler,kilisenin yerine üniversite,dinin yerine ise ideolojiyi geçmiştir.Irk, parti, lonca, kavim,aile ve en önemlisi de din bağlarından kurtulmuştur Avrupalı...Kendi kendisinin tanrısıdır artık. Osmanlıcada hümanizm için kullanılan terkibin “beşeriyete ibadet” olması manidardır.(1)

Felsefe literatürünün hümanizm tanımı yukarıda işaret etmeye çalıştığımız tarihsel arka plana ilişkin önemli veriler sunar. Ahmet Cevizci’ deki tanım şöyledir: “insanı, değerlerin yegane kaynağı olarak gören anlayış… Bununla birlikte hümanizmin ilk anlamı eğitimde insanı insan yaptığına, onu gerçekten ve pozitif bir anlam içinde şekillendirdiğine inanılan klasik dil,şiir,tarih ve felsefe benzeri disiplinlere yapılan vurgudan meydana gelir. O özellikle Rönesans döneminde öğrencileri şekillendirmek amacı doğrultusunda edebiyatı, beşeri bilimleri kullanan eğitim yaklaşımını ifade eder. Hümanizm doğası gereği sekülerdir. Ahlakın temeli olarak doğaüstü olanı ve dini dogmaları reddedip aklı, bilimi ve adaleti benimser.”(2) Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisi’nde ise hümanizm “antikçağ yapıtları üzerine çalışma, onları meydana çıkarma,değer ölçüsü olarak insanı koyma olarak tanımlanıyor ve üçe ayrılıyor. Birincisi Sokrat, Protagoras gibi ilkçağ filozoflarının öncülüğünde şekillenen ve insanı insan etme amacına matuf olan eğitim merkezli hümanizm. İkincisi burjuva hümanizmi ki Rönesans İtalya’sında ortaya çıkıp Katolik/skolastik geleneğin insanı rüzgarın önünde yaprak gibi gören katı/dogmatik anlayışına reddiye olarak doğmuş ve Aydınlanmaya giden yolun açılmasına imkan tanımıştır. Bunu yaparken de ilham aldığı yer antikçağdır. Üçüncü olarak ise Marksist hümanizme temas edilir. Bilimin desteğiyle yol alan bu hümanist çizgi insanın insan olma serüvenine tarihin nesnel yasaları çerçevesinde işaret eder. Amacı insanın insanı sömürmesine engel olmaktır. Marks’ın deyimiyle “insanı aşağılanmış, uşaklaşmış, hor görülmüş bir varlık olarak tutan tüm ilişkileri reddeder.”(3)

Süleyman Hayri Bolay da benzer noktalara temas eder. “13.asırda başlayıp rönesansta daha çok aydınlar arasında revaç bulan bir harekettir hümanizm. Ortaçağ Hıristiyanlığının skolastik karakterine karşı görkemli bir protesto. Antikçağ eserleri karşısında büyülenmiş bir aydın sınıfı eliyle terviç edilmiştir.Kilise karşıtlığının eşlik ettiği bu hayranlık seküler bilincin inşasında hayati rol oynar. Amaç insanı her türlü dini tesirden kurtarmaktır. Bu amaç doğrultusunda hümanizm hem ateizmle hem de naturalizm ve materyalizmle işbirliği yapar. Batı’da gelişen bu hümanist perspektif Osmanlı modernleşmesine de etki edecektir. Yurt dışı eğitimine gönderilen öğrencilerin büyük çoğunluğu hümanist değerlerle büyülenmiş olarak dönecektir ülkesine. Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp gibi aydınlar hümanizmi şekillendiren Grek/Yunan kültür ikliminden istifade etmek ve hatta kendi bünyemize uydurmak gerektiğini söyleyecektir.(4)

***

Tarihin seyri hakkında değerlendirme yaparken “post” ve “pre” öneklerine duyulan ihtiyaç esasında lineerci çizginin meşruiyetine olan inancın sonucu. Bu hataya hepimiz bir şekilde düşüyoruz. Örneğin modern paradigmayı teşrih masasına yatırdığımızda, modernlik öncesi dönemin kodlarına işaret etmek istediğimizde “pre-modern”; modernlik sonrasına dair değerlendirme yapacağımız zaman da “post-modern” ifadesini kullanıyoruz. Tarihin çağlara ayrılması sonrasında literatüre giren “pre-historic(tarih öncesi) dönem” adlandırması da bu yaklaşımın sonucu. İnsanlık tarihini doğrusal bir çizgi üzerinde akan olaylar silsilesi olarak değerlendiren yaklaşımın böyle bir sonuca varması kaçınılmaz. Bugünü dünden daha iyi ve ileride; geleceği de bugünden daha iyi ve daha ileride olarak kodlayan lineerci tarih algısının zihinlerimiz üzerindeki baskısından kurtulmak gerekiyor.Bu bağlamda “post” ve “pre” öneklerini kullanarak yapılacak değerlendirmelerin ciddi analiz hatalarıyla malül olması kaçınılmazdır diye düşünüyorum. Bu hatalara düşmemek için bilgiye, tarihe ve hayata tevhidi bir perspektiften bakmanın elzem olduğuna inanıyorum. Ayağımızı sağlam bir noktaya sabitlemeden ya da sırtımızı kavi bir istinatgaha dayamadan yapacağımız her türlü değerlendirmenin, aktüel-politik gündemin anaforunda kaybolup gitmesi mukadder. Sabitemizin veya istinatgahımızın ne olduğu sorusuna, Müslüman olmamız münasebetiyle,vahiy ve nübüvvet bilgisi cevabını verebiliriz.

Hümanizm geleneğinin post-hümanizme evrilen şekline işaret ederken aslında sadece tarihsel bir sürekliliğe değil (aynı zamanda) her iki ideolojik yaklaşımın da insanın anlam arayışının sonucu olduğunu bilmemiz gerekiyor. “Post” önekinin eklendiği sözcüğe kazandırdığı meşruiyet dikkate alınırsa, post-hümanizm dendiğinde aslında hümanist geleneğin bize bıraktığı mirası kabul etmek gerekiyor(muş) gibi bir algıyla karşılaşabiliriz.Hatta karşılaşıyoruz…Nasıl ki post-modernlik dediğimizde modernliği; post-kemalizm dediğimizde ise kemalizmi merkeze alarak bir değerlendirme yapmak zorunda kalıyorsak, post-hümanizm dediğimizde de hümanizmi merkeze alarak değerlendirme yapmak zorundayız. Sözünü ettiğim “merkeze alma” meselesi bu ideolojinin tarihsel süreç içerisinde kazandığı muhtevayı ve bu muhtevaya referans olan kültür iklimini yakından tanımayı gerektiriyor. Ancak şunu peşinen söyleyelim ki hiçbir ideoloji önüne “post” önekini aldığında köklü bir değişime uğramaz. Belki kozmetik(şekli) bazı değişikliklerden bahsedilebilir. Bu noktada ben, insanın anlam arayışında yeni bir evreyi temsil ediyormuş gibi görünen post-hümanizmin, tıpkı hümanizmin kendisi gibi,insana hadsizliği/hudutsuzluğu veya aziz Kur’an’ın sözcükleriyle söyleyecek olursak tuğyanı ve müstekbirliği önerdiğini söyleyebilirim. Bilimin ve tekniğin bugün için ulaştığı nokta itibariyle hümanist geleneğin asil/saygın ve özne (erkek) insan iktidarının yerinden edildiğini savlayan post-hümanist çizgi, özellikle feminist havzalar tarafından iştahla sahipleniliyor. Antikçağ Yunan/Grek geleneğinden esinlenen hümanizmin içkin olduğu “eril” dil, uzun zamandır feminist toplulukları rahatsız ediyordu zaten. Hümanizm her ne kadar Katolik geleneğin dogmatik ve edilgenleştirici doğasıyla yüzleşmişse de, Roma üzerinden Hıristiyanlığa nüfuz eden ataerkil Yunan/Grek kültürünün eril dilini olduğu gibi miras almıştı. Bu miras öylesine etkiliydi ki, tepki olarak feminizmi doğurdu. Dolayısıyla feminist çizgi, sadece kadının kamusal görünürlüğünün erkekle eşit koşullarda olmasını savunmakla kalmamış, aynı zamanda muharref Hıristiyanlığın Yunan/Grek kültüründen miras aldığı ve modern dönemde de taşımaktan gocunmadığı ataerkil söylemin mağlup edilmesini de amaç edinmiştir. Bu bağlamda Post-Hümanizm, dinden ve gelenekten ve hatta modern paradigmadan ilham alan insan tasavvurunu( yani hümanizmi) revize ederek yola devam etme niyetindedir. Yani bütünüyle hümanist perspektifi red söz konusu değildir. Hümanizmin tanrıyla kavga ederek özgürleşen insan tasavvuru yine caridir. Dinden ilham alan insan tasavvuru (yine) gayr-ı meşrudur. Dogmaların yerine bilimin aydınlığı(!) tercih edilmeye devam etmektedir. Sanat ve edebiyatta insana dair lezzetlerin (ama bu sefer kadın merkezli olarak) gündemleştirilmesi aynen sürdürülmektedir. Modern paradigmanın sınırları belli ve katı kuralları artık esnetilmiştir. Marks’ın “katı olan her şey buharlaşıyor” sözünde karşılık bulan ideolojik aidiyetler ve sınırlar ortadan kalkmıştır. Bu sınırsızlık hali hem geleneğin hem de modernitenin kabul ettiği erillik ve dişillik rollerini de yerinden etmiştir. Kesinlik ve mutlaklık söz konusu olmadığı için, dinden ilham alan ahlaki ilke ve prensipler kabule şayan değildir. Özgürlük,”dilediğimi yapmaktan beni kimse alıkoyamaz” klişesiyle ifade edilir olmuştur.

Post-Hümanizm küresel bir kardeşlik ağının peşindedir aynı zamanda ve bu yönüyle de oldukça cazip görünmektedir. Hümanizmin Avrupa’ya özgülüğünü eleştiri konusu yapmaktadır ve (bir anlamda) Avrupa merkezci insan algısına itiraz etmektedir. Küreselleşme realitesinin de yardımıyla “beyaz adam” mottosuna karşı sarsıcı bir dil kullanmaktadır. Avrupalı, beyaz ve erkek kategorisinden beslenen hümanizmin; Avrupalı olmayan, siyah ve kadını dışladığını bu nedenle de kuşatıcı olmadığını iddia etmektedir. Avrupamerkezci insan tasavvuruna yapılan bu itiraz ilk bakışta oldukça etkileyicidir. Mazlum, mağdur ve madun halkların ilgisini çekmeye muktedir gibi görünmektedir. Beyaz adamın “uygarlık misyonu” adı altında işlediği cürümlerin deşifre edilmesine imkan sağlıyor izlenimi vermektedir. Özellikle Doğu toplumlarının yaklaşık iki asırdır maruz kaldığı kolonyalist dilin üstesinden gelmeyi vaad ediyormuş gibi görünmektedir. Fakat burada oldukça sinsi ve ayartıcı bir tutumun, tavrın ve tarzın içkin olduğunu söyleyebiliriz. Post-Hümanizm, Avrupa merkezci insan algısını eleştiri konusu yaparken, bu algıyı besleyen referanslara doğrudan cephe almayı değil, bu referansların eril karakterini sorunsallaştırmayı yeğlemektedir. İnsanın tanrıyla olan bağını göz ardı etmeye devam etmektedir. Muharref Hıristiyanlık özelinde bütün dinleri dogmatik/ataerkil ve ilkel bağlama hapsederek insanın anlam arayışını tanrıdan bağımsızlaşma üzerine kurmaktadır. Toplumların geleneksel birikimini, dinin egemenliği altında şekillendiği ve dinlerin de eril karakter merkezli söylem inşa ettikleri için reddedilmesi gerektiği tezini savunmaya devam etmektedir. Hakikatin verili değil doğada gizli olduğunu, bilim yardımıyla çekilip çıkartılacağını hatta doğanın denetim altına alınarak değişime zorlanması gerektiği tezini işlemektedir. Avrupalı olmayan ulusları ilkel/arkaik ve özbilinç yoksunu olarak gören ve bu nedenle müdahaleyi meşrulaştıran kolonyalist perspektife muhalefet ediyormuş gibi görünen post-hümanizm, esasında, post-kolonyal dilin ve söylemin inşasında oldukça önemli bir rol oynamaktadır.20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren “demokrasi” ve “insan hakları” klişelerine yaslanarak Doğulu/Müslüman toplumlara nüfuz ve müdahale eden Batı aklı; 21.yüzyılda “cinsel özgürlükler” ve “kadın özgürlüğü” klişeleri aracılığıyla müdahil olmayı deneyecektir.Bu bağlamda Post-Hümanizm bulunmaz Hint kumaşı gibidir.

Dolayısıyla post-hümanizmle post-kolonyalizm arasında var olan ünsiyeti gözden ırak tutamayız. Erilliğin, türcülüğün, cinsiyetçiliğin, insan merkezciliğin ve Avrupa merkezciliğin yerilmesi,aşılması veya yapıbozuma uğratılması amacıyla sığınılan güvenli bir liman gibi görünen post-hümanizmin yeni bir sömürgecilik biçimi olduğunu söylemek mümkündür. Zeno-feminist kuramcı Laboria Cuboniks’in “doğa adil değilse doğayı değiştir”(5) sloganında makes bulan bu yeni sömürgecilik biçimi,insanı ekolojik bir varlık olarak kodlayıp, ürettiklerinin kölesi durumuna düşürme arayışındadır. Doğalcılığa (aslında fıtratta diyebiliriz. Özellikle feminist havzalarda fıtrat sözcüğüne karşı yükselen alerjinin arka planında Cubonicks ve benzeri kuramcıların etkisi görülebilir) karşıtıdır. Çünkü doğalcılığa “teoloji” nin bulaştığı kanısındadır. Doğa yasalarının eril-dişil söyleme katkı yaptığını, dinlerin de bu yasalardan ilham alarak konuştuğunu iddia eder ve bu nedenle doğalcılığın mümkün olduğu kadar dışarıda tutulması gerektiğine inanır. Teknolojiyi ilerici cinsiyet politikalarını hayata geçirmek ve dünyayı yeniden düzenlemek için kullanmayı önerir. İnsan ürünü olan makinelerin de bireyselliği olduğu iddiasındadır. İnsan olmayan makine ve hayvanlara karşı duyarlılık ve etik ilişki çağrısı yapar. Rasyonalizmin efdaliyetine kanidir. Kutsal ve aşkın olanı tanımaz. Bilimsel olarak incelenemeyecek ve teknolojik olarak işlenemeyecek hiçbir şey yoktur. Ev, gelenek tarafından içi doldurulmuş bir hapishane olarak görülür ve evin normları kabul edilemezdir.(6)

Halkı Müslüman olan ülkelerde post-hümanizmin özgürlükçü söyleminin karşılık bulmasına şaşırmalı mıyız? Bence hayır. Çünkü bu ülkeler gerek geleneksel kodlarında içkin İslam’a muğayir unsurlarla gerekse modern/post-modern paradigmanın seküler/kapitalist/neo-liberal doğasıyla İslam’ın ilke ve prensiplerine yaslanarak gerçek bir yüzleşmenin mümessili olma liyakatine henüz sahip değiller. Bu ülkelerde ilmi/entelektüel bağımsızlık ve ferdiyet/şahsiyet bilinci henüz inşa edilemediği için, toplumlar oldukça kolay sevk ve idare edilebilmektedir. Özellikle genç kuşaklar enformasyon araçları aracılığıyla kendilerine ulaş/tırıl/an bilginin(!) manipülatif ve spekülatif karakterine dair farkındalık bilincine sahip olmadıkları için, kolaylıkla tesir altında kalabilmektedir. İlmi/entelektüel bağımsızlığın olmadığı yerlerde hamasi,popülist ve vulgarize bir dil ve söylem hakim olur. Bu söylemin taşıyıcılarına da “trol” ya da “aparatçik”(*)denir. Halkı Müslüman toplumların siyasi önderliğini deruhte eden figürler, büyük ölçüde kendi politik ikballerini teminat altına almanın peşindedirler. Yürüttükleri siyasal mücadele, toplumlarını edilgenleştiren ve apolitik kılan bir mahiyette tezahür etmektedir. İslam’ın siyasal alana ilişkin ilke ve prensipleri göz ardı edilmekte ve din yalnızca manevi tatmin vasıtası olarak işlev görmektedir. Türkiye özelinde de açıkça görüleceği üzere, İslam kamusal alanın şekillendirilmesinde rol al(a)mamakta sadece kapitalist/neo-liberal hayat tarzının bunaltıcı ikliminde yaşamaya mecbur ve mahkum olan Müslümanları belirli aralıklarla rahatlatan ve geçici olarak içsel huzuru temin eden bir pozisyona mahkum edilmiştir. İlmi/entelektüel bağımsızlığa sahip kadrolarımızın azlığı ya da yokluğu nedeniyle, kamuoyu dışarıdan gelen ideolojik tsunamilerden kendisini koruyamamaktadır.

Üçüncü Dünyalı/Doğulu/Müslüman toplumları özgürlük, çoğulculuk, rasyonalizm, anti-erillik, anti-fıtratçılık, anti-devletçilik, anti-normculuk, anti-gelenekçilik klişeleri adı altında doğrudan ve dolaylı olarak sömürgeleştirip tekno-endüstriyel uygarlığın ultra-kapitalist ve ultra-liberal doğasına mahkum ederek hem zihinsel hem de duygusal olarak kadavralaştıran post-hümanist perspektifin mağlup edilmesinin ve sömürülen halkların gerçek anlamda hür ve bağımsız olabilmesinin yolu (kanaatimce) aziz ve mübarek İslam’ın “İnsan-ı Kamil” modelini inşa etmekten geçiyor. İnsanı Allah’ın kulu olarak konumlandıran ve bütün bir hayatı boyunca “kulluk vazifesini” yerine getirmeye çağıran, bu vazifenin ifası sürecinde insanın kemal mertebelerini tırmanmasına imkan veren ilahi meşiyete duyarlılık, varoluşun anlamlı olmasını temin edecektir. “Kulluk” modern/post-modern veya hümanist/post-hümanist yaklaşımların kulaklarını tırmalayan bir sözcük, biliyorum. Yukarıda da izah etmeye çalıştığımız üzere bu yaklaşımlar, özgürlüğü tanrıyla kavga ederek kazanmanın mümkün olduğuna inandıkları için O’na kul olmayı içine sindirmesi zor görünüyor. Onlar, pagan Yunan kültür ikliminin kıskanç, gaddar, ceberut Zeus’uyla; kullarının hidayeti için insanlar arasından seçtiği elçilere hakikatin bilgisini veren ve böylece onları şirkin/zulmün/tuğyanın karanlıklarından tevhidin/adaletin ve ihsanın aydınlığına çıkaran alemlerin Rabbi’ni bir tutma cahilliğiyle malüldürler. İnsan-ı Kamil modeli, ilahi hitabın mücessem örneği olan elçinin(rasul) rehberliğine kayıtsız ve şartsız olarak teslim olan insanın ulaşabileceği bir mertebe olarak öne çıkar. Nebevi rehberlik, mutlak hakikat olan vahiy bilgisinin insan düzleminde nasıl anlaşılıp yaşanacağına dair örneklik sunarak, zaman ve zemin değişse de değişmeyen bir ahlaki duruşun mümessili olmayı öğütler.

Nebevi çizginin ilk ve en kesin öğüdü Allah(c.c)’tan başkasına “kulluk” etmemektir. Bu beyan müstesnadır. İnsana hayatı buyunca rehberlik edecek ana ilkedir. Kulluk, bütün bir varlığımızın ve hayatımızın yegane sahibi olarak Allah(c.c)’ı tanımak ve ölüm bize ulaşıncaya kadar bu duyarlılıkla yaşamaktır. Hayat tarzımız ve dünya görüşümüz kulluğumuzun işaretlerini taşımalıdır. O’na karşı duyduğumuz saygı ve sevgi başka hiçbir şeyle kıyas kabul etmez. Kulluk bilinci, mülkün gerçek sahibi olarak Allah’ı tanımayı gerektirir. İnsan emanetçidir. Bedeni, malı, mülkü, evlatları, ailesi, sağlığı, hayatı, aklı, içinde yaşadığı evren/tabiat (kendisine ait olduğunu zannettiği her ne varsa) emanettir.Emanete ihanet etmemesi icap eder.Bunun için de nebevi rehberliğin izinden gitmekle mükelleftir.

Nebevi çizgi insan-insan ilişkisini emniyet/güven üzerine tesis etmemizi öğütler. Kendisini İslam’a nispet eden birinin alamet-i farikası eminlik olmak durumundadır. Bu özellik toplumsal bünyenin sağlıklı olmasını temin eder. Eminlik vasfına sahip olmayan fertlerin bir arada yaşadığı toplumlar Hobbes’un “insan insanın kurdudur” söyleminde karşılık bulan durumun tezahür etmesine sebep olur. Aldatmanın terviç edildiği, yalanın sistematik olarak üretildiği, manipülasyonun kurumsallaştığı toplumlar ortak hedef ve ülkü sahibi olmaktan uzaklaşarak “yığın” haline gelirler. Kapitalist/Neo-liberal hayat tarzının ve dünya görüşünün arzuladığı insan tipi tam da budur. Başarı, ilerleme, büyüme putlarının karşısında saygıyla eğilmemizi öğütleyen kapitalizm, bu yoldaki yürüyüşümüze engel olacak her türlü ahlaki ilke ve prensiplerden sarfı nazar etmemizi ister. Kazanmak/kar etmek için hiçbir ahlaki ilke tanımayan bu yaklaşımın toplumlarımızı “zihinsiz bedenler” haline getirdiğini söyleyebiliriz. Kendisini İslam’a nispet eden bir toplumda, güven duygusunda meydana gelen aşınmanın kabul edilebilir ve anlaşılabilir bir tarafı yoktur. Güven duygusu zedelenen ve düşüncelerin/fikirlerin herhangi bir endişe taşımadan ve kınayıcının kınamasından korkmadan ifade edilmesine mani olunan toplumlarda, Ortadoğu-Türkistan-Çin-Rusya v.b gibi devletlerde görüleceği üzere, muhaberat rejimleri egemen olur. İnsanların birbirlerine karşı güven duygusunu arttırmanın yolu iknaya dayalı ilişki biçimine değer vermekten ve adalete olan sadakatten geçer.

Nebevi çizgi insan-tabiat ilişkisinin mahiyeti ve keyfiyetiyle ilgili emanet ve merhamet olgularına dikkat çeker. Tabiatın var edicisi ve sahibi Allah(c.c)’tır. O’nun tabiata koyduğu yasalar ve düzen, insan tarafından keşfedilerek kulluk bilincinin tahkimatına mesnet yapılabilir. Allah’ın esması tabiatta tecelli eder. İnsan, bu tecelliyi idrak etmekle ve idrakin neticesi olarak ta şükürle mükelleftir. Tabiat üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahip değildir. Tabiatı insan olmayan canlılarla paylaştığını unutmamalıdır. Yaratılış başıboş, gelişigüzel değil bir hikmete mebnidir. Havanın, suyun, toprağın, kuşun, börtü böceğin hakkını gözetmek gerekir. Tabiata düşmanlık beslemek, onda içkin yasaları tahakküm kurmak amacıyla ifsad etmek en başta insanın yıkımı demektir. Uhut mağlubiyeti sonrasında kimi Müslüman savaşçıların “Uhut Dağı’nın uğursuzluğuna” öfkelendiğini ve ağızlarından nahoş cümleler döküldüğünü gören Allah Rasulü(s.a.v) “biz Uhut’u severiz Uhut ta bizi” diyerek insan-tabiat ilişkisine dair oldukça önemli bir ders vermiştir. Benzer bir dersi “nehir kenarından abdest alsanız dahi israf etmeyiniz” beyanında görmek mümkündür. Kapitalist değer sisteminin anaforunda debelenen ve sanki tabiat kendi mülküymüş gibi davranan insanın anlamakta güçlük çekeceği bu ders(ler)e kulak kabartmakta fayda var.

Nebevi çizgi insana Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı öğütler. İlk bakışta imkansız gibi görünen bu öğütün önerdiği insan modeli bizzat Allah’ın elçisidir. “Beni rabbim terbiye etti” beyanı elçi(s.a.v)’nin dikkatle takip edilmesini (ittiba) gerektirir. O, hem teslimiyetin zirvesini hem de insan-insan ilişkisinin emniyet-güven bağlamında en güzel örnekliğini temsil eder.“İçimizden biri” olması onun örnekliğini kolaylaştırır. Aziz Kur’an’ın “Allah’ın boyasıyla boyanın” beyanı da bu bağlamdan bağımsız değildir. İnsanlık ailesini bir bütün olarak görmek, renklerin/ırkların/dillerin farklılığını tearüf/muarefe vesilesi saymak bu bağlamın tabi sonucudur. Hümanizmin siyahları, kadınları ve Avrupalı olmayan ulusları kuşatamadığı gerekçesiyle revize edilmesi gerektiğini iddia ederek ortaya çıkan post-hümanizm, aziz İslam’ın muarefe/tearüf eksenli öğretisinin yanına bile yaklaşamaz. Fakat kendisini İslam’a nispet edenlerin bile bu öğretinin hikemi, irfani, edebi ve felsefi boyutlarından bihaber oluşu, müfsit ve müstağni ideolojik yaklaşımların Müslüman muhayyilesini işgal etmesine sebep oluyor. Oysa ki her öğreti insanla buluştuğunda ve hayata dahil olduğunda anlamlıdır. Yüce Kur’an’ın soylu kavramlarından olan takva, adalet ve ihsan kamusal alanın tam göbeğinde tecessüm etmiyorsa; insan-insan/insan-tabiat ve insan-Allah ilişkisine yön ve istikamet vermiyorsa o zaman teorik mülahazaların konusu olmaktan öteye gidemez. Hayatı boyunca mustazafların yareni, müstekbirlerin korkulu rüyası olan aziz peygamberimizin(s.a.v) rehberliği hayata temas etmeyecek ve sadece özel gün ve gecelerin dokunaklı atmosferine konu olacaksa ya da mabetlerin soğuk duvarları arasında kalacaksa, kültürel tsunamiler karşısında yaşadığımız altüst oluşlardan dolayı hayıflanmaya hakkımız yok.

Kamil ERGENÇ

 

NOT: Bu yazı'm Umran Dergisi'nin 311-312. sayısında (Temmuz-Ağustos 2020) "Hümanizmden Post-Hümanizme İnsanın Durumu" başlığıyla yayınlanmıştır.

 

(*)Aparatçik kavramını tarihçi Halil Berktay'dan aldım. Stalin döneminde Sovyet politbürosunun yapıp-ettiklerini kamuoyuna güzel göstermek amacıyla, fakir halk arasından seçilen maaşlı görevliler anlamında kullanılıyor. Doğan Gürpınar “kültür savaşları” isimli kitabında Atatürk’ün dindarlığını kanıtlamak için 12 eylül sonrasında çalışmalar yapan ilahiyatçıları tanımlamak için de bu kavramı kullanıyor.

 

Kaynakça

 

1- Orhan Hançerlioğlu/Felsefe Ansiklopedisi(Kavramlar ve Akımlar)/Remzi Kitabevi

2-Ahmet Cevizci/Felsefe Sözlüğü/Say Yay./6.Baskı/İstanbul-2017

3- Orhan Hançerlioğlu/Felsefe Ansiklopedisi(Kavramlar ve Akımlar)/Remzi Kitabevi

4-Süleyman Hayri Bolay/Felsefe Doktirinleri ve Terimleri Sözlüğü/Nobel Yay./11.Baskı/Ankara-2013

5-Laboria Cuboniks/Zenofemizim Bir Yabancılaşma Politikası/Çev.Şeyda Öztürk/Cogito Dergisi/İnsan Sonrası/YKY/Sayı 95-96/Kış-2019

6- Laboria Cuboniks/Zenofemizim Bir Yabancılaşma Politikası/Çev.Şeyda Öztürk/Cogito Dergisi/İnsan Sonrası/YKY/Sayı 95-96/Kış-2019

7-Alexis Carrel/İnsan Denen Meçhul/Çev. Refik Özdek/Timaş Yay./İst-1998

8-Fazlurrahman/Ana Konularıyla Kur’an/Çev. Alparslan Açıkgenç/Ankara Okulu Yay./6.Baskı/Ankara-2000

9-Murtaza Mutahhari/İnsan-ı Kamil/Çev.Şeyhmus Okur/Akademi Yay./İstanbul-1989

10-Ali Şeriati/İnsan/Çev.Şamil Öcal/Fecr Yay./3.Baskı /Ankara-1997

11-Seyyid Hüseyin Nasr/Bilgi ve Kutsal/Çev.Yusuf Yazar/İz Yay./2.Baskı/İst-2001

12-Aliya İzzetbegoviç/Doğu-Batı Arasında İslam/Çev.Salih Şaban/Yarın Yay./İst-2011

13-Edward Said/Şarkiyatçılık/Çev.Berna Ülner/Metis Yay./İst-2013


AddThis