Putkırıcı Bir Şiar Olarak "EZAN"

Muazzez ve mübeccel İslam’ın en yüce şiarlarından biridir ezan… İlahi öğretinin (tevhid hakikatinin) serlevhasıdır… Nebevi geleneğin son temsilcisi Rasul (s.a.v)’e intisabın sarih beyanıdır… İnsandan insana davettir…

Varlığın, varoluşun, varedilişin gerçek sahibinin büyüklüğünü ikrar (tekbir) ile başlar ezan…

Ardından tüm sahte ilahların (ilahlık iddiasında bulunanların) reddiyle ve gerçek uluhiyetin O’na mahsus olduğu hakikatine şahitlikle devam eder…

Rasulü Ekrem(s.a.v)’in risaletine iman ve nübüvvetin insanlık ailesine en büyük ikram olduğu da dahildir bu şahitliğe…

Sonrasında şehadetinde sebat edenleri felaha er(iş)meleri için namaz eylemine çağırır. Çünkü şahitlik mücerret bir olgu değildir sadece... Müşahhastır da… Derdi/ davası/ gayesi/ hüznü/ sevinci ortak olanların omuz omuza vermesi lazım gelir…

Nihayetinde ise yine Allah(c.c)’ın büyüklüğünü ve uluhiyetteki tekliğini tekrar ederek hitama erer…

Müstesna bir manifestodur ezan…

Mutlak hakikat olan vahyin insanla buluşmasının remzi olan maverai bir nefestir… Nübüvvet olmaksızın hidayete erişilemeyeceğinin sembolik izahıdır… Ezan, Yesrib’in Medine oluşunun (s)imgesidir…

Nebevi öğretiye ram olan Müslümanların cemaat olarak müstakil bir varlık kazandığı yerdir Medine… Cuma namazı burada farz kılınmıştır… Küçük İslam toplumunun ihmal ve inkar edilemez mevcudiyetinin tebarüz ettiği bu yerde ezan, işte bu küçük topluluğun, şehrin kalbinin attığı mescitte/camide toplanmasını, birbirinin derdiyle dertlenmesini, ilahi rızaya muvafık bir hayatın inşası yolunda yardımlaşmasını sağlayan çağrıdır…

Ezan Bilal’i hatırlatır…

Kavmiyetçiliğin belirleyici ve tayin edici olduğu bir yerde/zamanda şahsiyeti örselenmiş alınıp satılan basit bir köle iken, İslam’la müşerref olduktan sonra renk-ırk-kavim-soy asabiyetinin bayağılığından sıyrılıp, ilahi rızaya muvafık yaşamanın tek üstünlük koşulu olduğunu idrak eden Bilal’in sesiyle ulaşmıştır insanlığa ezan… Bu boyutuyla ilk ezan, mustazafların yanında müstekbirlerin karşısında duran mübarek İslam’ın yerleşik kültürün kutsallarını darmadağın eden inkılabi eylemidir… Putkırıcıdır…

Araya (duman, davul, zil, çan v.b) engel(ler) koymadan insandan insana bu davetin sıcaklığı inkar edilemez… “İşittik ve itaat ettik” yüce beyanında da görüleceği üzere Kur’an işitmeyi anlamanın-idrakin ve itaatin koşulu olarak kodluyor… Demek ki söz/kelam mühim… Sözü dinleyip en güzeline uymaktır aslolan… Pagan kültürlerde olduğu gibi “Göz” ün merkezde olduğu “söze yabancı” bir hayatı dayatan burjuva protestan uygarlığının modern/post-modern vechelerine karşı ezan bir direniş şiarıdır. Bu sebeptendir ki Fransız ihtilalini model alan Osmanlı bürokratlarının öncülüğünde Cumhuriyet modernleşmesi, ezanı da hedefe koymuştur… Direnişe ilham verecek şiarlar ortadan kalktığında (ya da aleladeleştiğinde) halkın sürüleş(tiril)mesi daha kolay olacaktır…

Türkçe ezan, hiç kuşkusuz, yüce İslam’ın bu topraklarda görünmez kılınması ve böylece İslam’a olan aidiyetimizin aşın(dırıl)ması amacına matuftu. Bu adıma diyanetin alet edilmesi ise çok daha vahimdi… Cumhuriyeti kuran Osmanlı bürokratları İslam’a doğrudan cephe alarak bir Türkiye inşa etmenin imkansızlığını bildiği için, diyaneti araçsallaştırmayı tercih etti… Yani dini “din adamları(!)” aracılığıyla sulandırmayı denedi… Tıpkı Avrupa’da Luther ve ardıllarının yaptığı gibi…

Cumhuriyet modernleşmesinin fikir babalarından Ziya Gökalp 1918’de Yeni Hayat Dergisi’nde yayınlanan meşhur şiirinde;

“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur

Köylü anlar manasını namazdaki duanın

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın “

Diyerek Türkçe ezanın müjdesini(!) vermişti. Yıllar sonra İsmet Özel “Amentü” şiirinde Gökalp’e cevap vermektedir sanki:

Ezan sesi duyulmuyor, haç dikilmiş minbere

Kafir Yunan bayrak asmış camilere her yere

Öyleyse gel kardeşim hep verelim el ele

Patlatalım bombaları çanlar sussun her yerde

Çanlar sustu ve fakat binlerce yılın yabancısı bir ses duyuldu minarelerden

Tanrı Uludur! Tanrı Uludur!

Polistir babam Cumhuriyetin bir kuludur”

Türkiye toplumu ezana yapılan saldırıyı karşılıksız bırakmadı. Bu büyük cürümün siyasal temsilcilerini ilk fırsatta başından attı… Kişisel ve siyasal zaaflarına rağmen Menderes’e halkın gösterdiği teveccüh, onun ezanı asli hüviyetine döndürmüş olmasıyla yakından alakalıdır diye düşünüyorum.

Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen, ezanı yasaklayan siyasi geleneğe halkın mesafeli duruşu, işlenen cürümün büyüklüğünü göstermesi bakımından manidardır. Bu siyasi geleneğin İslam’a olan hasmane tutumu kamusal meşruiyetinin önündeki en büyük engel olmuştur. İstiklal Marşımızın bir bütün olarak İslam’ın ruhuna olan ya(t)kınlığı ve hassaten;

“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli/ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli “

Dizelerinin yarattığı rahatsızlık “Onuncu Yıl Marşı”nın ihdas edilmesine sebep olacaktır.

Bu bağlamda ezanın Türkçe okutulması İstiklal Marşı’nın ruhaniyetini inciten mülevves bir adım olarak nitelenebilir…

Bu adım, varlığını İslam’a borçlu olan ve şayet onurlu bir yarına uyanmak istiyorsa İslam’a olan aidiyetine ve sadakatine halel getirmemesi gereken Türkiye’nin, Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan “köprü” olmasını ya da “Medeniyetler Beşiği” aldatmacasıyla efsunlanıp “müze malzemesi” haline gelmesini isteyenleri memnun etmiştir.

Unut(turul)maması gereken husus şudur ki, şayet biz İslam’a mensup olmasaydık Türkiye adlı bir ülkemiz olmayacaktı. İslam’ı bu coğrafyadan çekip aldığınızda geriye biraz Yunan- Roma paganizmi, biraz Pers-Mezopotamya düalizmi biraz da Hıristiyan sapkınlığı kalır…    

Hilafetin ilgası, harf inkılabı ve medreselerin kapatılması meselesi de ezanın Türkçe okutulmasından bağımsız ele alınamaz. İslam’ın inşa etmek istediği sosyal gerçeklikten teberri edip, pozitivist bilimin klavuzluğunda (İslam’ı da bu bilimin belirlediği çerçevede anlayıp yorumlayarak) yeni bir sosyal gerçeklik inşa etme amacına matuftur tüm bu adımlar... 19.yüzyılın sonuna doğru Ernest Renan İbranice-Aramice-Arapça gibi sami dil ailesine mensup toplumların bilim-düşünce-felsefe üretemeyeceğine dair o ünlü konferansını verdiğinde, Fransa hayranı bürokratlarımız yazımızın değiştirilmesi için gereken bilimsel (!) argüman(lar)a kavuşmuş oldular.

Binaenaleyh hilafetin ilgası, yazı devrimi, medreselerin kapatılması adımlarını, Müslüman’ca düşünmenin ve eylemenin imkanlarını ortadan kaldırmaya matuf perspektifin sonucu olarak görülebilir. Bu değişimler olmadan önce Müslüman’ca düşünüyor ve eyliyor muyduk? Sorusu başka bir tartışmanın konusudur. (Not: Bugün onlarca Kur’an meali ve tefsiri olmasına, hadis külliyatının neredeyse tamamı da dahil İslam düşünce geleneğinin en mümtaz eserleri Türkçeye tercüme edilmesine rağmen gerek halk gerekse aydın düzeyinde şahit olduğumuz ilmi-entelektüel sığlık, meselenin sadece yazıyla-hilafetle-medreseyle alakalı olmadığının göstergesidir aslında. Sorun daha derinlerdedir… Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz husus yazı-medrese-hilafet özelinde atılan radikal adımların, ilgili dönem itibariyle, ne anlama geldiğine dairdir. )

Yazıya başlarken de dikkat çektiğim üzere ezan Allah(c.c)’ın büyüklüğünü ikrar ile başlar… O’nun uluhiyette ortaksız ve Nebi(s.a.v)’nin son elçi olduğuna şehadetle devam eder. Bu muazzam bir beyandır… Bilindiği üzere bir kişi İslam’ı seçtiğinde kelime-i şehadet getirir. Ezan, kelime-i şehadetin ikrarıdır aynı zamanda… Günün beş vaktinde İslam’a olan aidiyetimizi zikreder… Böylece her ne yapıyorsak muazzez İslam’ın ilke ve prensiplerini gözeterek yapmamız gerektiğini hatırlatır… “Ben şehadet ederim ki” diye başlayan o istisnai beyan, ferdiyete/şahsiyete verilen değerin göstergesidir. Bilinçli bir tercihin işaretidir… ”Ben”le başlayan şehadet, camide/mescitte “biz”le buluşur. Bu buluşma mensubiyet belirtir… Şanlı Nebi(s.a.v)’nin cemaatle namazın efdaliyetine dair buyruğu, ben-biz ilişkisinin sürekliliğinin ehemmiyetine işaret eder… Demek ki “ben” demekle iş bitmiyor. Akabinde bir “biz”in içine dahil olmak gerekiyor. Bu biz ise İslam cemaati oluyor. Anlıyoruz ki İslam cemaatle kaim... Modern sosyoloji bize cemaatin ilkel/arkaik/primitif/köylü kültürün sığınağı olduğunu öğretti(hala da öğretiyor)… Onun yerine ise kentli/seküler/mekanik/sözleşmeci “cemiyeti” koydu. Böylece itikat esaslı birlikteliğin yerine sözleşme esaslı birliktelik geçti… Allah(c.c)’a kul habibine ümmet olmanın yerini, ulus-devlete yurttaş resmi ideolojiye köle olmak aldı… Ezan işte bu duruma itiraz anlamı taşır… İtikadı en yüksek değer olarak tanıma çağrısı yapar…

Ezan mescit-cami eksenli hayata işaret eder… Aynı itikadın bağlıları günün belli vakitlerinde bir araya gelerek “bağlılıklarını” tescilleyip birbirlerine her hal ve şartta omuz vereceklerini izhar ederler… Çünkü bizim namaz düzenimizle savaş düzenimiz aynıdır… Madde-mana,din-dünya,dünya-ahiret,ruh-beden,akıl-kalp ayrımının (düalizminin) İslam’ın ruhuna yabancı olduğu namazdaki duruşumuzla anlaşılır. Namazı kıldıran kişi komutanı, cemaat ise orduyu temsil eder. İmamın hemen arkasında onun yanılması halinde düzeltecek, düşmesi halinde öne geçerek namazı kıldıracak yetkinlikte kişiler olmalıdır. Bu ilke savaş halinde komutanın yanı başındaki kurmay heyeti için de geçerlidir. Komutana bir şey olduğunda en yakınındaki kişilerden biri görevi üstlenecektir… Namazda kadınlar erkek çocuklardan bile sonra en son safta olmalıdır… Nitekim savaşta da cephenin en gerisinde kadınlar bulunur… Çünkü toplumun teşekkülünde kadının rolü hayatidir.

Ezan sesinin yükseldiği mescit-cami, din adamları(!) öncülüğünde ritüellerin yapıldığı yerler değildir. Rasulü Ekrem sadece namaz kılmak için mabet inşa etmemiştir. Çünkü İslam mabet dini değildir…Mü’min için yeryüzünün mescit kılınması bu gerçeğe işaret eder… Müslüman cemaatinin kuyusunu kazmak, onlara ihanet etmek için inşa edilen mescidi yıktırmıştır Son Elçi (s.a.v) . Anlıyoruz ki mescit İslam toplumunun (insanlığın) selametine, felahına, izzet ve vakarına hizmet etmeli, halel getirmemeli… Orada müminler topluluğunun dertleri/ tasaları/hüzünleri/sevinçleri/sorunları v.s konuşulmalı, tartışılmalı, çözüme kavuşturulmalı… Orası ilmi-entelektüel seviyenin, nezaket ve zerafetin, ülfet ve muhabbetin,cömertlik ve kadirşinaslığın üssü olmalı… Sanattan edebiyata, felsefeden hukuka, siyasetten bilime, ekonomiden tarihe hemen her hususta tartışmaların/konuşmaların yapıldığı yerler olarak öne çıkmalı mescitler-camiler…

Gelin görün ki tam tersi bir durum söz konusudur. “Camilerde dünya kelamı konuşulmaz” diye absürt teamüller oluşmuştur. Namaz kıldırma memurlarının yüzeysel ve yüksek sesli vaazlarıyla inlemektedir kubbeler… Namaz vakitleri dışında camiler çoğunlukla ıssızdır… Yahudi ve Hıristiyanlarda olduğu gibi sadece ritüellere hasredilmiştir… Ulus-devlet tarafından sınırları çizilmiş bir din anlatılmaktadır… Yüce İslam’ın hakikatleri değil, laik-demokratik anayasal düzenin hakikatleri Türk-İslamcı perspektifle mezcedilerek vazedilmektedir. Avrupa’da ise her cemaatin camisi ayrıdır. Tıpkı Hıristiyanların kiliselerinin ayrı olması gibi… Ehl-i kitabı taklit-takip etmemiz bununla da sınırlı değil… Artık bayraklı camilerimiz var… Özellikle 15 Temmuzdan sonra camilerimizdeki bayrak görünürlüğü daha da artmış durumda… Oysa ki, çocukluğumuzdan beri bize öğretilen güzel bir söz vardır: “Camiler Allah(c.c)’ın evidir”… Allah ta alemlerin rabbidir… Alemlerin rabbinin evinde ulusal sembollerin ne işi var? Bugün bayrak asanın yarın oraya Gençliğe Hitabe, Büst veya İstiklal Marşı koymayacağının garantisi yoktur. Kaldı ki cumhuriyet modernleşmesinin ilk yıllarında camilere, kiliselerde olduğu gibi, sıra koyulması gibi teklifler yapılabilmiştir… Ezanı Türkçe okutanlardan böyle teklifler gelmesine şaşırmamalı… Bugünkü camilerimizde de yaşlılar için ayrılan bölümde yer alan sıralar, tabureler v.b kilise düzenini anımsatıyor. Bu kişilerin saf düzenine (oturarak) katılmaları mümkünken, namazlarını cemaatten ayrı kılmaları, ehl-i kitaba benzememe konusunda son derece hassas olan peygamberimizin tutumuyla çelişiyor.

Ezan insandan insana çağrıdır dedik… Bu çağrının da güzel olması elzemdir… Son Nebi(s.a.v)’nin onca sahabi arasından Bilal’i seçmesi sebepsiz değildir… Çağırmak nezaketi içkindir… Bağırmaktan farklıdır… Yüce Kur’an Elçilerin çağrısından(nida/münadi) bahseder… Hiçbir Elçi bağırmamıştır… Temsil etmeye karar verdiği hakikatin mutlaklığından şüphe etmeyenler bağırmazlar… Yakinen iman etmişlerdir çünkü… İman ise akıl-kalp bütünlüğünün tezahürüdür. Tefekkür, tezekkür, taakkul,tedebbür,tefakkuh ile şek ve şüphelerden arınmanın sonucudur yakini iman… Akıl ile kalbin arasını ayıranlar düalizmin girdabında debelenmeye mahkumdur.

Camiler-mescitler sözün güzel söylendiği yerler olmaktan çıkıyor… Çünkü namaz kıldırma memurlarının ekserisi aziz İslam’ı sadece cezai müeyyidelerden ibaret bir din zannediyor. Sanat-edebiyat-estetik-felsefe-tarih-şehir-medeniyet duyarlılığı oldukça zayıf… İlmi-entelektüel seviye yerlerde sürünüyor… Görkemli/gösterişli camilerimiz İslami referanslar temelinde iktisadi-içtimai-siyasi-hukuki-edebi-estetik duyarlılık inşa etmek yerine anayasal yurttaşlığın sınırlarına, ulus devlet realizminin buyruklarına riayet eden bir yaklaşımı öne çıkarıyor. Müslümanlar olarak küreselleşen kapitalist-neoliberal kültürle nasıl başa çıkacağımıza dair camilerden ses yükselmiyor. Etnik-mezhebi aşırılıklarımızla, geçmişten devraldığımız taklit ve itaat kültürüyle, modern değerler sisteminin burjuva protestan kodlarıyla nasıl yüzleşeceğimizle ilgili çözümleme yapıl(a)mıyor.

“Oku” ile başlayan yüce beyana bağlı olduğunu iddia edenlerin cehaletin girdabında savrulmalarının ne anlama geldiği sorgulanmıyor. Yüce Kur’an’ın tefekkür,tezekkür, tedebbür,taakkul,tefakkuh çağrısının ne anlama geldiği hakkında farkındalık oluşturul(a)muyor. Akli çabayı tahfif ederek keşf/ sezgi/aşk/ rüya/ ilham/ masal/menkıbe odaklı din dilini terviç eden (ve böylece akıl-gönül ayrımına meşruiyet kazandıran) yaklaşımların Müslümanları edilgin,pısırık,cahil,mukallit, yüzeysel,mehdici,mesiyanik bir kültüre hapsettiği gerçeği gündem yapılmıyor. Ahlaki yozlaşma sadece kadınların giyim-kuşamı üzerinden tartışıldığı için sair alanlardaki çöküşler, tükenişler fark edilemiyor… Dünya kelamı caiz olmadığı(!) için namaz vakitlerinde toplanıp dağılan etkisiz bir kalabalık olmaktan öteye gidemiyor cemaat… Bu yönüyle modern sosyolojiyi haklı çıkarıyor…

Nebi (s.a.v) Medine’de ilk iş olarak mescit inşa ettiğinde burayı sadece namaz kılma yeri olarak belirlemedi. Müslüman cemaatin soru(n)larının konuşulduğu, cevap bulduğu yerdi mescit… Heyetler burada ağırlanır, savaş kararı dahil Müslümanların en hayati meseleleri burada çözüme kavuşturulurdu… Suffe ashabı olarak bilinen ilim ehli burada tedrisatını tamamladı… Necran Hıristiyanları örneğinde de görüleceği üzere Ehl-i Kitapla burada görüşül(ür)dü. Mescit adeta şehrin kalbi, Müslüman cemaatin yönetim merkeziydi. Rasul(s.a.v)’ün halifelerinin ikisi mescitte şehit edildi. Sadece bu olgu bile İslam’ın din-dünya ayrımına kapıyı kapattığının, mescidin içiyle dışı arasında kopukluk olmaması gerektiğinin delili olarak okunabilir. Oysa ki bugün mescitler-camiler “dini mekanlar” olarak algılanıyor. Bu Hıristiyanca yaklaşım cami dışının seküler-profan olduğu yanılgısını besliyor. Böylece İslam’ın ruhuna bütünüyle yabancı bir mekan algısı tezahür ediyor. Din, cami-mescit sınırları içinde kalması gereken ruhani-kutsal bir olgu olarak kabul görüyor. Dışarısı ise, kamusal alan olarak tanımlanıp, seküler bilginin egemenliğine terk ediliyor. Müslüman cemaatin hayatına yön veren mescit modeli yerine “devlet dairesi” modeli öne çık(arıl)ıyor.

 

NOT: Bu yazı'm farklibakis.com adresinde aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

 

Kamil Ergenç


AddThis