Kadraj ve Logo

CNN ekranlarından canlı yayınlanan I.Körfez Savaşı, ekranın/beyaz camın (sonraları renkli camın) büyüleyici etkisinin savaş gibi acı-yıkım-trajedi yoğunluklu bir eylemin bile, çay-kek-patlamış mısır eşliğinde, arada bir kanal değiştirerek ( zap yaparak), nasıl sıradanlaştı/rıl/ğını göstermesi bakımından öğreticiydi. Boudrillard bu nedenle bu savaşın aslında gerçekleşmediğini iddia edecekti. Öyle ya, şayet ortada gerçek bir savaş varsa buna “seyirci” kalınması aklın-mantığın-vicdanın-izanın kabul edebileceği bir şey değildi. Ekranın sağ alt köşesinde Bağdat’ın üzerine düşen bombaların menzili, tahrip gücü ve (belki de fiyatı) yer alıyordu. Bağdat kan gölüne dönerken, insanlar ekranlarında sadece geceyi aydınlatan ışık huzmeleri görüyorlardı. Bir tür havai fişek gösterisiydi sanki yaşananlar. Kilometrelerce uzakta olanlara bu “gösteriyi”(evet yanlış duymadınız gösteriyi) izleme imkanını veren ekran/kamera gerçeği altüst ediyor,onu gerçek olmaktan çıkarıyor,seyirlik malzeme haline getiriyordu. Kameranın ve fotoğraf makinesinin aslında ne olduğu, neyi temsil ettiği,neye hizmet ettiği hususu öylesine profesyonelce gözden ırak tutuldu ki,gelinen noktada,eşrefi mahluk olan insanın muhayyilesi tarumar edildi,böylece hafızası silindi ve adeta yürüyen bir kadavraya dönüştürüldü. Kötülüğün envai çeşidi normalleşti, sıradanlaştı hatta kötülüğün “izlenme oranı” arttı… Bayağılık, pespayelik, çirkinlik,yozluk,iğrençlik,kabalık albenili ambalajlar eşliğinde sunuldu/sunuluyor. Akleden kalbini korumaya özen gösterenler ürpermeden, dehşete kapılmadan, saçını başını yolmadan,acı çekmeden ekran karşısında duramaz oldu. “İzleyici” olmayı kabul edenler içtenliklerini ve itiraz etme kabiliyetlerini kaybetti.

Her yenilikle uzlaşmak zorundaymışız gibi kameraya ve fotoğraf makinesine öylesine iştahla sarıldık ki, artık onlarsız bir hayat tasavvur etmek güçleşti. Tekno-endüstriyel kültür “izlemenin büyüleyici etkisinin” farkında olduğu için bu iki özelliği (video ve fotoğrafı) tek bir aygıtta bir araya getirerek hayatı “göz önüne” serdi. Varoluşu da göz önünde olmakla eşitledi. Böylece sözünü ettiğimiz bu aygıtlar “nesne” olmaktan çıkıp özne oldu. İnsan ise nesnelerin denetimine açtı kendisini. Kullanırken kullanıldığını, belirlerken belirlendiğini,izlerken izlendiğini anlamadı. İradesi uçup gitti elinden. O ise hala özgürlük nutukları atmakla meşgul. Tercihlerinin öznesi olduğu zannıyla yaşıyor hala… Firavun düzeni tarafından ahmaklaştırıldığının farkında değil. “Görünür olmak” için her şeyini (insanlığını bile) feda etmeye hazır. Çünkü, ekranda olmamak var olmamak anlamına geliyor. Oradaki(ekrandaki) varlığı gerçek hayattaki varlığını etkiliyor hatta belirliyor. Oradaki taltif ve tenkitler gerçek hayatın “yaşam kalitesine” etki ediyor. Bir işi yapıp yapmadığımız, yaptıysak iyi yapıp yapmadığımız oradaki görüntüyle tescilleniyor ya da tescillen/e/miyor. Kadrajda yer almak hayat memat meselesi haline geliyor. Kadrajın dışında kalanlar, hayatın/tarihin/zamanın dışında kalmış gibi hissediyor kendisini. Hele ki etkili, yetkili,popüler zevatla aynı kadrajda yer almak bahtiyarlık vesilesi sayılıyor.

Kamera ve fotoğraf makinesinin hayata bu kadar hızlı angaje olması, onlarsız yapılamaz algısının oluşması “göz” odaklı düşünmenin ve yaşamanın öne çıkmasıyla yakından alakalı. “Göz önüne getirme” arzusundan beslenen bu yaklaşımın insanı ilkel düşünme biçimine ikna etmek istediği, soyutlama kabiliyetini zaafa uğratarak tefekkür melekesini dumura uğratmayı amaçladığı ,böylece düşünme eyleminden mahrum sürüler oluşturup onları kolaylıkla gütmeyi murat ettiğini söylersek herhalde yanlış olmaz. “Göz’ün merkezde olduğu yaşam” alışkanlığı, düşüncenin tekamül etmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. İnsanı meleklerden, hayvanlardan ve bitkilerden farklı kılan onun soyutlama yeteneğidir. Soyutlama, varlığın resmini cisminden ayırıp hafızada kodlamak ve yeri geldiğinde onu hafızadan çağırarak kullanmaktır. Kavramsal düşünme kabiliyetinin gelişmesi soyutlamayla mümkündür. Çünkü kavramın bizatihi kendisi soyuttur ve ancak soyutlama yapabilen zihin kavram üretebilir. Kavram, ihata edici yönüyle düşüncenin ana omurgasını oluşturur. Belirli bir anlam dairesine sahiptir. Bu daire zamanla genişleyip daralabilir. Ve fakat her halükarda kavram, olguya işaret eder, onu kuşatır ve düşünceyi belli bir sistem içinde berrak bir şekilde sunmaya yardım eder. Kavram üretemeyen, kavramlarla düşünemeyen insanın düşündüğünü söylemesi abestir. Soyutlama, kavram üretiminin en mühim basamağıdır…

Soyutlanan nesnenin imajı muhayyileye kaydedilir. Bu imajla nesnesi arasında tam bir uyum olmalıdır ki, zamanı geldiğinde doğru bir kullanım (tasavvur) gerçekleşsin. Sözgelimi armutu elma olarak kaydetmişse, bu yanlışı düzeltmedikçe, elmayla armutu birbirine karıştırmış olacaktır. Duyu güçleri nesnelerin suretlerinden soyutlanmasında ilk basamağı oluşturur. Buradan elde edilen veriler muhayyileye aktarılır. Muhayyile bu verilerle varlığı imkansız terkipler (bile) oluşturabilir. Örneğin “kuş kafalı insan” ya da “at kafalı fil” gibi… Hayali suretlerin kavram haline gelmesi hafıza gücü sayesinde olur. Hafızaya kaydedilenlerin “iradeli” hatırlanmasına “tezekkür” denir. Zikretmek, hafızadan çağırarak gerçekleşir. Demek ki hafızası olmayanlar zikredemezler.

Söz (de), hafızaya kaydedilir. Bu kayıt ise kelimeler aracılığıyla olur, imajlar değil. Sözün kaydedilmesi imajsız olarak gerçekleştiği için manaya taalluk eden boyut daha öndedir. Sözün kaydında mananın korunmasına dönük çaba vardır. Söz, mot-a-mot kaydedilebileceği gibi mealen de kayıt altına alınabilir. Ancak her halükarda imajsız bir kayıt söz konusu olduğundan bu eylem sayesinde hafızanın kapasitesi ve işlevselliği artar. “Hıfz etmek” kavram üretimine yardımcı olur. Güçlü bir hafızaya sahip olmak, düşünsel üretim ve tekamül için olmazsa olmazdır. Çünkü tefekkür hafızaya bağlıdır. Hafıza ne kadar güçlü olursa fikir de o ölçüde tutarlı ve sağlam olur. Bu nedenle klasik kültürlerde “hıfz”a çok önem verilmiştir. Nübüvvet öncesi Arap yarımadasında kağıt üzerine mürekkep damlatmayı bir tür acizlik/zayıflık sayan bir yaklaşım söz konusudur. Söz’ün gücüne çok önem veren bir kültürdü cahiliye Arab’ının kültürü. Şiirin gördüğü itibar bundandı. Ensab (nesep) bilginleri yazılı evrak olmadan kişilerin soyu-sopu-sülalesi hakkında bilgi verirdi. Ezber kabiliyetine işaret etmek için bir sözü bir kere duymanın kafi olduğuna dair rivayetler mevcuttur. İncil’in “önce söz vardı” ile başlaması, Yüce Kur’an’ın “işittik ve itaat ettik”, “sözü dinlerler en güzeline uyarlar” beyanları, söze verilen değeri göstermesi bakımından manidardır. İşitmenin(sözü duymanın) hemen ardından “itaatin” zikredilmesi, buradaki duymanın ses dalgalarının kulağa ulaşması anlamında fiziksel-biyolojik bir olay olmaktan ziyade, anlama-kavrama ediminin söz”le yakın alakasına dikkat çekmektedir. Şairin “söz ola kese savaşı/söz olan kestire başı/söz ola ağulu aşı/yağ ile bal ede bir söz” dizelerinde de söz’ün gücü barizdir.

Kamera ve fotoğraf makinesi hafızanın düşmanı olarak işlev görüyor. Her şeyi göz önüne getirerek yapıyor bunu. Muhayyileyi atıl bırakıyor,kuvveden fiile geçmesini engelliyor, gelişmesine imkan vermiyor. Muhayyiledeki atalet hafızaya da (kaçınılmaz olarak ) sirayet ediyor. Böylece insan hayal ve hafıza gücünden mahrum kalıyor. Sanat/edebiyat gibi yaratıcı eylemlerin buradan neşet ettiği hatırlandığında kaybın ne kadar büyük olduğu da ortaya çıkıyor. Kültürel/entelektüel hayatımızın çölleşmesi bu sayede mümkün oluyor. İnsan-insan ilişkilerindeki aşınma buradan besleniyor. Birbirini dinlemeye tahammülü olmayan, empati yoksunu, çıkarcı, bencil, narsist,megaloman bireyler bu çölleşmenin sonucu olarak aramızda pervasızca dolaşıyor. Ekran, muhatabını büyülüyor. Firavun’un sihirbazları gibi ekran da bir şeyi olduğundan farklı göstererek kitleleri efsunluyor. Göz önüne getirilen her şey duyarsızlığın değirmenine su taşıyor. “İzleyicilik” arttıkça “şahitlik” ortadan kalkıyor. Modern/post-modern tuğyan kültürü şahitlerden değil izleyicilerden hoşnut. Çünkü şahitlik fail-müdahil- özne olmayı şart koşarken, izleyicilik edilgin-pasif-pısırık bir pozisyonda kalmayı salık veriyor. Görüntü bombardımanı altında kalan insanlık hafızasızlaşıyor. Böylece tefekkür kabiliyetini yitiriyor. Kolay manipüle edilen sürülere dönüşüyor. Tekno-endüstriyel gelişim/ilerleme insanın insanca yaşama imkanını elinden alıyor. Onu bir tür makineye dönüştürüyor. Tefekkür kabiliyetini yitiren insan, trajedileri normalleştiriyor. Savaş, kıtlık, tecavüz gibi felaketleri seyirlik malzeme olarak görüyor. Gerçeklikle bağ kurma kabiliyetini yitiriyor. Duygularını doğal zemininde yaşayamadığı, her an farklı bir duygusuna hitap eden “görüntü” sağanağıyla karşılaştığı için duygusal tepkileri sıhhatini kaybediyor. Patolojik,şizofrenik kimlikler hızla çoğalıyor.

“Yorum”a imkan tanımayan açıklıkta görüntü dayatması “pornografik şiddeti” normalleştiriyor. Bu şiddet türü hafızayı tahrip ediyor,tefekkürü imkansızlaştırıyor. Tüm ayrıntıları göz önüne getirdiği için muhatap bu “apaçıklık” karşısında baştan çıkıyor,tahrik oluyor. Bu şiddet kendisini sadece cinsel boyutuyla dayatmıyor. Tüm olayların en ince ayrıntısına kadar göz önüne getirilmesi arzusunu da besliyor. Enkaz altında hayata tutunmaya çalışan insanlara kamera doğrultup konuşmaya çalışan akıl, Müslüman aklı olamaz. Bu akıl “pornografik şiddet”in mağduru olmuş (hatta özümsemiş) bir akıldır. Bir eliyle beton kütlelerinin altından çıkardığı toz toprak içindeki bebeği tutarken, diğer eliyle tekno-endüstriyel uygarlığın armağanı “akıllı aygıtın” kamerasına kahramanlığını anlatmaya çalışan yardım gönüllüsü hangi değer sisteminin mensubudur? Açlıktan bitap düşmüş Afrikalı çocuğun başında nöbet bekleyen akbaba “fotoğrafını” çekerek büyük ödüle hak kazanan gazetecinin yıllar sonra vicdan azabından intihar ettiğini yazmıştı gazeteler. Modern/post-modern tuğyan kültürü, trajedileri en etkili şekilde resmetmeyi/görüntülemeyi gazetecilik marifeti olarak sunuyor. Sahile vuran bebek cesetlerini, savaşlarda paramparça olan bedenleri, açlıktan-yoksulluktan perişan haldeki insanları, muhaceret yollarında denizlerde boğulan canları kadraja sığdırmak, onların derdini kadraj aracılığıyla anlattığını zannetmek nasıl bir akıl tutulmasıdır? Kadraj, acıları-yıkımları-trajedileri anlık olarak donduruyor. Muhatabının zihnini de …

Yardımların görsel malzeme olarak kullanılması, adeta şova dönüştürülmesi, kendisine yardım edilenlerin mahremiyetine/izzet-i nefsine kıymet verilmemesi çok ciddi bir ahlaki zaafa işaret ediyor. Burada görsel malzeme haline getirilen şey sadece yardım değil. İnsan da aynı muameleye maruz kalıyor ve “şey”leşiyor. “Sağ elin verdiğini sol el görmesin” diyen bir inancın bağlıları görüntüyü bu kadar öne çıkarmamalıydı. Omuzlarının üzerinde kaydedici meleklerin olduğuna iman edenlerin “kadraj bağımlısı” olmalarının anlaşılabilir bir tarafı yok. “Görünmek” varolma aracı haline geldiği için herkes varlığını bu vesileyle kanıtlamaya çalışıyor. Dijital kültür insana “kendini sunarak” mutlu olacağı yanılgısı zerk ediyor. Bu sunum erdemin-faziletin-iyinin-doğrunun sunumu olmaktan ziyade kötülüğün-şerrin- çirkinliğin sunumu olarak öne çıkıyor. Hayat bir pazar malzemesi haline geliyor. Bu pazarda görkemli/gösterişli hayatlar kadar, acı-ıstırap-trajedi yüklü hayatların da alıcısı var. Çünkü göz’e hitap ediyor. İzlemenin hazzını tadan bireyler kendilerini bu tattan mahrum etmek istemiyor. Şahitliğin sorumluluk gerektirdiğini, zahmetli olduğunu bildiği için izleyici olmayı daha tercihe şayan görünüyor. Arada bir dijital ortamda “göstere göstere” yardım yaparak vicdanını rahatlatıyor. Etkili ve yetkili makamlarda bulunanlar için “kadraj” çok daha mühim bir işlev görüyor. Olması gerektiği yere zamanında varıp varmadığının delili “söz” değil “kadraj” oluyor bu yetkililerin. “Akredite logolar” ın önünde kadraja girmek sorumluluk makamında olanların işini iyi yaptığının işareti olarak kullanılıyor. Enformasyon araçları, kamuoyunu logolar üzerinden endoktrine ediyor. Bazı logolar meşru ve makbul, bazıları sorunlu/kriminal addediliyor. Kimi zamansa sahada logolar arası mücadele yaşanıyor. Kadraja en çok giren logo görevini en iyi yapmış ve kamuoyu nezdinde en muteber olma vasfı kazanıyor. Bu nedenle bazı logolar (kasten) kadraj dışı tutulurken bazıları “özellikle” öne çıkarılıyor. Herhangi bir logonun çirkinlikle-yozlaşmayla yan yana anılması o logo altında çalışan/vazifeli herkesi zan altında bırakıyor. İnsan/lar şahsiyetleriyle değil, logolarıyla tanımlanıyor. Bizzat yapıp ettikleriyle değil, üzerlerinde taşıdıkları logoya göre kıymet kazanıyor ya da kaybediyor. Muhalif ya da muvafık olup olmadığı,yaşamayı hak edip etmediği, insanca muameleye layık olup olmadığı logosuna bakılarak anlaşılıyor. Logo insanı hiçleştiriyor, sürüleştiriyor, özne/fail olma kabiliyet ve kapasitesini yok ediyor. Ferdiyetini aşındırıyor.

Alttan ısıtmalı çakarlı arabasından inerek depremzedelere yardım eden “yetkililer” devleti temsil eden logonun önünde poz vermeye özen gösteriyor. İktidara muhalif olanlar yetkilileri suçlarken, muvafık olanlar ise savunurken bu yetkililerin resmi logolarla yan yana olup olmadığına bakıyor. Akredite enformasyon araçları yardıma ihtiyaç duyanlardan ziyade yardıma gidenlerin logolarına odaklanmayı tercih ediyor. İnsanların ihtiyaçlarının karşılanıp karşılanmamasından ziyade,resmi logoların olması gerektiği yerde olup olmadığı gündem yapılıyor. Kamuoyu logo üzerinden ayrışıyor. Politik sorumluluk sahibi olanlar ise bu ayrışmayı besliyor, destekliyor. Yapıp ettiklerimiz meleklerin kayıt defterlerine eksiksiz bir şekilde kaydediliyor… Ne mutlu kadrajın ve logunun büyüsünden kurtulanlara…

 

NOT:Bu yazı'm Umran Dergisi'nin 344.sayısında (Nisan 2023) aynı başlıkla yayımlanmıştır.

Kamil ERGENÇ


AddThis