Derkenar (28)

11 Eylül’ün akabinde Afganistan’ı işgal ederek 1996-2001 yılları arasında (yaklaşık 5 yıl) iktidarda kalan Taliban rejimine son veren(!) ABD’nin, Katar üzerinden yürüttüğü “Afganistan’dan Çıkış” protokolünün, Taliban’ı kısa sürede iktidar yapacağını herhalde kimse beklemiyordu.20 yıllık ABD işgalinin Afganistan’da bazı şeyleri değiştirmiş olduğu varsayılıyordu. En azından Taliban’ın eski gücünde olmadığına inanılıyordu… Ancak tüm beklentiler boşa çıktı…Pekiyi bundan sonra ne olacak? Ne olacağını görmek ya da tahmin etmek için filmi biraz geriye sarmak gerekiyor. Taliban 1996-2001 yılları arasında iktidardaydı. 1979-1989 (yaklaşık 10 yıl) süren Afgan-Sovyet savaşından sonra başlayan iç savaş sonucunda iktidar olmuştu. Sovyetleri mağlup eden Afgan direniş grupları kendi aralarında çatışmaya başlayınca Taliban’a yol açılmıştı. Pakistan’ın özel desteğiyle kısa sürede palazlandı ve iktidara geldi. Medrese kökenli bir hareket olmasından dolayı Taliban(talebeler) adıyla anılıyordu. Nevzuhur bir hareket olmadığı gibi Batılılar tarafından da icat edilmemişti. Kendisini besleyen ciddi bir sosyolojik zemine sahipti. Özellikle Pakistan medreseleri bu konuda oldukça işlevseldi… Acı ama gerçek şu ki sadece Taliban değil halkı Müslüman beldelerde zuhur eden tüm örgütler (İŞİD, Boku Haram, Şebab, El Kaide,FETO v.b) yoktan var edilmiş yapılar değil bilakis Müslüman toplumların sosyolojisinin ürettiği gerçekliklerdir. Emperyalistler bu gerçekliği kendi emellerine hizmet ettirmek için manipüle edebilirler ama gerçekliği üretemezler.

(Önemli Not: Son on yılda Türkiye’den binlerce kişinin İŞİD ve benzeri örgütlerin saflarında savaşmak için Irak ve Suriye’ye gittiği gerçeği herkesin bildiği bir sır… Bu insanları oralara Batılılar göndermedi… Vaktiyle Afganistan, Çeçenistan, Bosna,Keşmir gibi yerlerde cereyan eden savaşlara da Türkiye’den katılım olmuştu… 1999-2003 yılları arasında Erzurum’da üniversite tahsilimi ikmal ederken kaldığım öğrenci evlerine Çeçenistan cephesinde çekilmiş video kasetleri gelirdi. Bu videoları kim çekerdi? Türkiye’ye nasıl sokulurdu? Hatta bizim evlerimize nasıl gelirdi bilmezdik. İzler ve heyecanlanırdık… Hatta cepheden gelen Türkiyeli bir misafirimiz bile olmuştu… Mücahitlerin hikayeleriyle adeta büyülenirdim… Bu kasetlerin Suud propagandası olduğunu o dönemde bilmiyordum. Ama izlerken içten içe keşke ben de oralarda olsam dediğim vakidir… Aramızdan biri benim içten içe söylediğimi pratiğe geçirdi. Ben de Çeçenistan’a gideceğim dedi ve gitti… Haberi alan babası yollara düştü ve oğlunu Gürcistan’da bulup geri getirdi… Çektiği videolarla gündem olan büyük Türk düşünürü(!) Sedat Peker’in bile Çeçenistan’a yardım gönderdiğini öğrenince meselenin ne kadar derin olduğunu da kavramış oldum(!) Yıllar sonra –yanılmıyorsam 2010’da- Yeni Şafak gazetesinde,ki o zaman Yeni Şafak gazetesi hala ciddiye alınıyordu, Afgan direniş komutanlarından Burhanettin Rabbani’yle yapılan bir röportajı okudum. Rabbani kısaca, İslam dünyasının gençleri “cihat propagandası” ile savaş cephelerine çekilip imha ediliyor diye ikazda bulunuyordu. Haksız sayılmazdı… Aynı dile-kültüre-tarihe-coğrafyaya sahip insanıyla iletişim kurmakta güçlük çekenler dilini-kültürünü bilmediği yerlere “cihat” için gidiyordu…Küresel sistem Müslüman gençlerin ellerinde ya silah ya coca cola ya da uyuşturucu görmek istiyor…Kalem ve kitapla temas kurmalarından, ilmi-entelektüel derinlik sahibi olmalarından,hele ki siyasal sorumluluklar almalarından hiç hazzetmiyor… Yıllardır Avrupa’nın banliyölerinde “beyaz adamın” kibirli ve küstah tavırlarına maruz kalan binlerce Müslüman genç, birikmiş öfkelerini boşaltmak için emperyalizmin sadık hizmetkarı Suud öncülüğünde yürütülen “cihat propagandasının” gönüllü taşeronu oldular.)

Demek ki,ideolojik aidiyetleri ne olursa olsun,örgütleri emperyalistlerin yarattığına dair serdedilen kanaatler ziyadesiyle kolaycı bir çözümleme ürünüdür.İster dini iddialı isterse seküler olsun hiçbir örgüt yoktan var edilemez. Her örgütün güçlü ya da zayıf mutlaka sosyolojik bir tabanı vardır. Emperyal emelleri olan ülkeler bu örgütlerin beslendiği sosyolojiyi iyi tahlil ederek kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeyi yeğlerler. Örgütler genellikle kapalı devre çalıştıkları (yani şeffaf olmadıkları ve kollektif akla yabancı oldukları için) emperyalistler tarafından araçsallaştırılmaları kolaydır. Örgütün başındaki karizmatik kişiyi ikna etmek yeterlidir. Bu yüzden tüm emperyalist odaklar “tek aklı/tek adamı” sever. Çünkü kolektif aklı ikna etmek zordur. Kollektif akıl, şeffaflıktan yanadır ve eleştiriye azami derecede önem verir. Eleştirinin olduğu yerde düşünsel tekamül imkanı vardır. Böyle ortamlar manipüle edilemez,kolay kolay aldatılamaz… Ama tek akıl öyle değildir… Yanılma ihtimali daha yüksektir… İslam dünyası toplumlarının en büyük zaaflarından biri de kolektif akıldan yoksunluktur. Çünkü eleştiri kültürü (tam manasıyla) oluşmamıştır ve bundan dolayı da düşünsel tekamül zayıftır. Cemaat yapılarının ekserisi karizmatik kişilerin kontrolündedir ve özeleştiriye kapalıdır…

Seküler/Stalinist çizgiyi temsil ediyor olmasına rağmen PKK/PYD/YPG/PJAK gibi örgütler bile Müslüman toplumlardan taraftar/militan/sempatizan devşirebilmektedir. Tüm bu örgütler yeri geldiğinde emperyal amaçlar için araçsallaştırılabilmektedir. Ama bu durum onların emperyalistler tarafından üretildiği anlamına gelmez. Taliban için de durum aynıdır. Afgan sosyal gerçekliğinin sonucudur. Bu gerçekliğin farkına varanlar yaşanılan süreci lehine çevirmeye çalışacaktır. Nitekim Türkiye’nin de aralarında bulunduğu Çin-Rusya-Tacikistan-Özbekistan-Hindistan hatta İran gibi ülkeler Taliban’la müzakere zemini arayışına girdiler. Doğu Türkistan’da İslam’a savaş açan Çin, Taliban gibi “radikal” bir örgütle masaya oturmakta sakınca görmeyecektir. Moskova’da PYD’ye ofis açma izni veren Rusya ‘da aynı şekilde… Anayasasında laik-demokratik sosyal hukuk devleti yazan Türkiye de Taliban’la işbirliği yapabileceği izlenimini vermiştir. Hatta Katar’da görüşmeler yapıldığını bizzat Reis-i Cumhur söyledi… Görüşmelerin Katar üzerinden yapılıyor olmasının sembolik anlamı olduğunu düşünüyorum. Malum Katar, refahtan şımarmış “Arap Görgüsüzlüğünün” zirve noktasıdır. Yapay ve sentetik bir ülkedir. Hatta ülke bile değildir. Bir tür garnizondur… Hem Ortadoğu’nun hem de Avrupa-Rusya-ABD gibi ülkelerin fantezi düşkünü elitlerinin ana durağıdır. Tıpkı Beyrut, Kıbrıs ve Kazablanka gibi… Böyle bir yerin Taliban gibi ultra-radikal bir örgütle müzakere üssü olması manidardır. Nitekim Taliban da literalist tavrı-tarzı ve tutumu sebebiyle “zahiri aşırılık” larıyla maruftur. Demek ki Taliban’la Katar’ın ortak noktası “zahiri aşırılıktır”. Tabi burada yılanın başı olarak Suud’u unutmamak lazım… Vahhabi/Neo-Selefi doktrin ihraç ederek (emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda) İslam dünyasını zehirleyen Suud (her ne kadar Taliban örgütü Hanefi-Nakşi gelenekten besleniyor olsa da) Afganistan’ın yeni sürecini manipüle etmek için pusuda beklemektedir. 1979-1989 arası Afgan-Sovyet savaşında Usame b.Ladin-Abdullah Azzam aracılığıyla Arap savaşçıları eğit-donat programına alarak bu amacına ulaşmayı denemiş ve kısmen de başarılı olmuştur.(Ayrıntılı bilgi için Ruzi Nazar’ın hatıratına ve Bruce Riedel’in matbuat yayınlarından çıkan “Ne Kazandık” isimli kitabına bakılabilir.)

Sadece bu da değil… Suud’un zehirli söylemi Çeçen direnişinin akamete uğramasının en önemli sebebidir. Arap savaşçılar aracılığıyla gittiği her yere vahhabiliğin literalist söylemini götüren Suud’un bu tavrı Moro ve Gazze direnişçileri tarafından reddedilmiştir. Rabıta Örgütü aracılığıyla Suud Türkiye’de de faaldir… Öyle ki bu örgütten alınan yardımlarla camiler inşa edilmiş, bazı diyanet personellerinin maaşı ödenmiştir. (Merak edenler Tayyar Altıkulaç’ın hatıralarına bakabilir. Ayrıca Taliban hakkında ayrıntılı bilgi için Mehmet Ali Büyükkara Hoca’nın klasik yayınlarından çıkan “Çağdaş İslami Akımlar” kitabına bakılabilir.)Gözlerden ırak tutulan bir gerçek te şudur ki, Ömer Fahrettin Paşa Medine’yi terk etmek zorunda kaldığı günden itibaren Mekke ve Medine işgal altındadır. Bu aziz beldelerin işgalden kurtulması için Suud’un zehirli dili-söylemi-tavrı-tarzı ve tutumuyla da mücadele etmek gerekir. Suud, Siyonizmin yeşile boyanmış halidir…

Taliban’ a geri dönersek… Bu örgüt 1996-2001 yılları arasında iktidardaydı… Hem iktidara geliş sürecinde hem de iktidardayken büyük cürümlere imza attı. Afganistan’ın selameti için mücadele eden Ahmet Şah Mesut ve Burhanettin Rabbani bu örgütün suikastçileri tarafından katledildi.(Burhanettin Rabbani hakkında ayrıntılı bilgi için Diyanetin İslam Ansiklopedisi’ne bakılabilir) Şah Mesut’un katlinden iki gün sonra 11 eylül saldırıları ve akabinde Afganistan işgali gerçekleşti. Sovyetlere Afganistan’ı dar eden Şah Mesut’u ortadan kaldırmadan Afganistan’ın işgal edilemeyeceğini iyi bilen ABD, Afganistan iç savaşında Şah Mesut’a karşı savaşan Talibanı kullandı… Şah Mesut ve Rabbani’nin öncelikli hedefi Afganistan’ın bütünlüğüydü. Ancak Pakistan’ın özel gayretiyle bu hedef akamete uğratıldı. Hikmetyar gibi gaddar ve şuursuz direniş önderleri Pakistan’ın emellerine hizmet etti. Hikmetyar, Afgan-Sovyet savaşı sırasında Hizb-i İslami cephesinin lideriydi. Türkiye’de mücahit olarak tanınıyordu… Ülkemizi ziyaret bile etmişti… Oldukça kolay manipüle edilen Türkiye Müslümanları Hikmetyar’ın gerçek yüzünü çok sonraları öğrendi… Ama iş işten geçmişti… Hikmetyar Pakistan’ın sadık adamı olarak Afganistan’ın istikrarsızlaştırılması için üzerine düşen her şeyi fazlasıyla yaptı… Şimdi ise Afganistan’ın Taliban’a teslim sürecine gözetmenlik yapacakmış… Kurda teslim edilen kuzu misali… Türkiye’nin yakın görüştüğü bir diğer Afgan lider(!) General Raşit Dostum idi… Tipik bir savaş ağasıydı… Zalimlikte Hikmetyar’dan geri kalır yanı yoktu… İkisi birlikte Şah Mesut ve Rabbani’yi tasfiye etmek için el ele vermişti…General Dostum’un oğlu Türkiye’de askeri akademide eğitim aldı… 15 Temmuz öncesinde FETO’cu savcılar tarafından tutuklanıp cezaevinde şüpheli bir şekilde öl(dürül)en Kaşif Kozinoğlu’yla General Dostum’un arası oldukça iyiydi… General Dostum,Özbek cephesine komuta ediyordu… Afganistan’da yaygın olan oğlancılık fiilinin failiydi. İki askerine tecavüzden (güya) yargılanıyordu… Muhtemelen Türkiye’nin Afganistan’daki en iyi partnerlerinden biri olmaya devam edecek…

Tüm bunların yanında akın akın Türkiye’ye gelen Afgan sığınmacılar… İlk mektepten beri Türkiye’nin Asya ile Avrupa arasında köprü olduğu safsatasını öğretenler bu göçlerden niçin rahatsız ki? Madem köprüyüz üzerimizden gelip geçenler elbette çok olacak. Yukarıda Katar için “garnizon devlet” demiştim… Dünya sisteminin Türkiye’ye layık gördüğü model ise “garson devlet” … Türkiye’yi “herhangi bir yer” olarak görenlerin sayısı arttıkça ya Thomas Jefferson’un Amerikası gibi “anayasa” merkezli birliktelik biçimine ya da John Locke-Rousseau çizgisinin “toplum sözleşmesine” razı olmak zorunda kalacağız. Bu durumda zaten Türkiye diye bir yerin varlığından da bahsedilemeyecektir…

 

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis