Derkenar (31)

Tarih ilminin karizmatik kişiler ve onların yapıp etmeleri ya da görkemli/ihtişamlı/egzantrik olaylar ekseninde hamaset dozu yüksek bir yaklaşımla anlaşılmaya/yorumlanmaya çalışıldığı toplumların sahih bir tarih bilincine sahip olduğunu söylemek güçtür. Geçmiş hakkında konuşurken ulu şahsiyetlerin belirleyici ve tayin edici olduklarına dair anlatılar (ki bu anlatılar bir yönüyle mitolojik/masalsı öyküler olarak öne çıkar) motive edici olmaklığı bakımından etkili olsa da, içinde yaşanılan zamana sahih tanıklıklar geliştirmeye manidir. Mitolojiler toplumların zihin dünyalarına, yaşam tarzlarına, inanç/itikat kodlarına, insan-evren-zaman-mekan-tarih-devlet v.b tasavvur biçimlerine dair önemli izler taşır. Hatta mitolojilerin yazı öncesi tarihin anlaşılması/yorumlanması için anahtar role sahip oldukları bile söylenebilir.Öte yandan tarih, insanın yapıp etmelerinin ürünüdür. İnsanın zaaf ve imkanları bütün berraklığıyla tarihin penceresinden görülebilir. Bu nedenledir ki tarih bilmek (aynı zamanda) bütün yönleriyle insanı tanımak demektir.

Adına modern çağ denen zamanlarda tarih ilmi sömürgeci bilgiye meşruiyet kazandırmak amacıyla istismar edildi. Geçmişin yeniden ve etnik-kültürel kodları ululayacak şekilde icat edilmesi bu dönemin ürünüdür. Burjuva Protestan uygarlığının tarihin öznesi olarak ortaya çıktığı 17.yüzyıldan itibaren, ulusal kodlara özgü bir tarih yazımı belirginlik kazandı. Post-Kolonyal kuramcılar bu tarih yazımını “elitist-dominant” olarak niteler. Önce Avrupa bu perspektifle kendini yeniden inşa etti. Saksonlar-Germenler-Flemenkler-İskoçlar-Lehler-Finler v.s ulusal tarih anlatısına mesnet olacak tarihi veriler ürettiler. Ürettikleri verileri 17.yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulus inşasında kullandılar. Avrupa’nın ulus-devletlere ayrılma süreci bu minvalde gelişti. Binaenaleyh tarih ilmi zaaf ve imkanlarıyla insanı tanımanın aracı olmaktan çıktı, “beyaz adamın” biricikliğini ispat etmek için çabalayan operasyonel bir disiplin oldu.

Avrupa’ya en yakın Müslüman devlet olması münasebetiyle bu süreçten en fazla Osmanlı etkilendi. 19.yüzyılın başından itibaren Balkanlar’da (Yunanistan’la başlayan) bağımsızlık hareketleri 20.yüzyılın ilk çeyreği dolmadan Osmanlı’nın sonunu getirdi.Vaktiyle Balkanlar’daki ilerleyişiyle İslam dünyasına rüştünü ispat eden Osmanlı, buraları kaybetmeye başladıktan sonra da çökecektir. İlginç bir kader doğrusu… Esasında Müslümanların Avrupa’dan ilk ve toplu olarak kovuldukları tarih 1492’dir.(Bunun hikayesi uzun olduğu için girmiyorum.)

Ayrılan her ulus, kendini merkezde konumlandırdığı (yeni) bir tarih anlatısına sarılacaktır. Sadece Osmanlı hinterlandından çıkan bağımsız(!) ulus-devlet sayısı yirmiden fazladır. Bunlar içerisinde sınırlarını cetvelle çizdirmeyen tek ülke Türkiye’dir. Bunun bedelini ise ağır ödeyecektir. İslami referanslar temelinde bir siyasal bilincin tahakkuk etmesine fırsat verilmemesi bu sürecin en ağır bedeli olarak öne çıkar. Öte yandan ulus-devlet aklına maruz kalmak ise bir başka ağır bedel olarak görülebilir. İslamcılığın ideolojik ve muharrik gücü sayesinde başarıya ulaşan İstiklal Harbimiz, Gökalpçi perspektife meftun kadrolar eliyle mecrasından saptırılmıştır. Gökalp’in Türkçülüğün Esasları’nda içtimai şiarımız olarak beyan ettiği “Türk Milletindenim, İslam Ümmetindenim, Garp Medeniyetindenim” çözümlemesi, Cumhuriyet modernleşmesinin de karakteristiği olacaktır. Bizzat Mustafa Kemal “fikirlerimin babası Ziya Gökalp, duygularımın babası ise Namık Kemal’dir” diyecektir. Namık Kemal’in İslamcı ideolojinin Osmanlı’daki öncülerinden olması ise dikkat çekicidir. Garp medeniyetinin bir bütün(küll) halinde burjuva Protestan kodlardan esinlendiğini, dolayısıyla parçalanmaya müsait olmadığını, Durkheim’in sadık tilmizi Ziya Gökalp fark edememiştir. Fransız filozof Ernest Renan’a yazdığı “reddiye” den anlıyoruz ki Namık Kemal, Avrupa’nın zihin kodlarının karakteristiğine Gökalp’ten daha vakıftır. (Bu reddiye “Renan Müdafaanamesi” başlığıyla günümüz Türkçesine çevrilmiştir) Ancak Namık Kemal’in düşünceleri değil duyguları (özellikle de vatan duygusu) Cumhuriyeti kuran kadrolarca muteber görülmüştür. Osmanlı bakiyesi olarak kurulan yeni Türkiye’nin İstiklal Marşı’nı İslamcılığıyla maruf Mehmet Akif’in yazmış olması, bu ülkenin varoluşunu İslam’a borçlu olduğunun kanıtıdır.Denebilir ki İslamcılık, Türkiye’nin varoluşunu mümkün kılan ana istinatgahtır. Ancak Cumhuriyetin ilanının üzerinden on yıl bile geçmeden dönemin Halk Fırkası (CHF/CHP) İstiklal Marşı’nda “şehadetleri dinin temeli” olarak tarif edilen ezanı yasaklayarak,yeni Türkiye’nin kıblesini Fransız Devrimi’ne ilham veren burjuva Protestan uygarlığı olarak belirlemiştir.Birinci mecliste olmasına rağmen ikinci meclise alınmayan Akif’e reva görülenler ise İslamcılığın bugüne kadarki kaderine etki edecektir. İslam Milleti olarak kazandığımız İstiklal Harbi,artık “Türk Ulusu”nun görkemli zaferi olarak adlandırılacaktır. “Beyaz adamdan” tarihin nasıl istismar edileceğini iyi öğrenmiştir “yerli kadrolar” .

Türkiye, ulus-devlet aklının rehberliğine razı olduktan sonra (doğal olarak) şanlı ve kadim tarih icadı zarureti ortaya çıkmıştır. Türk Tarih Kurumu bu iş için ihdas edilmiştir. Bilgiyi elinde tutan, onu yeniden ve istediği gibi üreten ulus-devlet, maiyetindeki kitleleri de bu (yeni üretilmiş) bilgi aracılığıyla “endoktrine” etmiştir. Böylece burjuva Protestan kodlarla içiçeliği aşikar olan milliyetçilik, devletin merkez ideolojisi olarak mevzisini tahkim etmiştir. Diğer ideolojiler ise milliyetçiliğe olan yakınlık ve uzaklıkları ölçüsünde değerlendirilmiş, muteber olup olmadıkları bu değerlendirmenin sonucunda belirginlik kazanmıştır. Bu bağlamda denebilir ki,Türkiye siyasal hayatına vaziyet etme iddiasında olan her siyasi organizasyonun evvela milliyetçilik sınavından geçer not alması gerekir. Vaktiyle “milliyetçilik ayaklarımın altındadır” diyen Tayyip Erdoğan’a Tuğrul Türkeş'in “senin o bacağını kırarlar” demesi bu yüzden olsa gerektir.Nitekim o ayaklar (mecazi anlamda) kırılmış, muhafazakar-demokratlarla milliyetçiler ittifak yapmışlardır. Bu ittifak zaten devletin merkez ideolojisi olan ve aslında tüm siyasi hiziplere (kafi miktarda) nüfuz eden milliyetçiliğin, muhafazakarlığı emmesi (massetmesi) olarak anlaşılabilir. Ancak ilginç (ve maksatlı) bir şekilde muhafazakar demokrasiyi “İslamcı” olarak göstermeye çalışan ve böylece İslamcılığı burjuva Protestan kültür kodlarıyla imtizaç ede(bile)n ( ya da etmeye teşne) bir ideoloji olarak tanımlayıp, sağ/muhafazakarlığın bütün kabahatlerini İslamcılığa hamletmek isteyen bir sol/sosyalist/Kemalist havzanın varlığına da dikkat çekmek gerekiyor. Türkiye’nin İslam’la mümkün olan varoluşuna dair farkındalığı aşındırmak ve hatta imha etmek için oldukça profesyonelce yürütülen bir operasyon… Şunu hatırda tutmak gerekiyor ki İslamcılığın siyasal söylemi Cumhuriyet tarihi boyunca iktidar ol(a)mamıştır.

Türkiye’de siyasetin Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan kavramsal ve kurumsal çerçeveye uygun olarak icra edildiği gerçeğini hatırda tutarak milliyetçilik ortak paydasında birleşen siyasi fırkaları anlamak mümkündür. Bu bağlamda “bize özgü” bir siyasallığın inşa edilmesi için evvela sözünü ettiğim bu yaklaşımdan teberri etmek lazım gelir. “Bize özgü” derken kendimizi İslam’a nispet ediyor olmamızdan dolayı İslami referanslar temelinde inşa edilecek bir siyasal bilinci kastediyorum. Üzülerek söylemek gerekiyor ki Müslüman toplumlar böyle bir siyasal bilinçten yoksundur. Çünkü kolektif akla yabancıdır ve özeleştiri kültürü gelişmemiştir. Karizmatik kişi/üstat kültünden sıyrılabilmiş değildir. Devlet ve iktidar alanının sınırları nerede başlar nerede biter sorusuna cevap verebilecek yetkinlik ve derinliğin uzağındadır.Kokuşmuş saltanat ideolojisi tarafından siyasal bilinci hadım edildiği için edilgenliğe razı olmuştur. Tek adam/tek akıl tarafından sevk ve idare edilmeye alıştı(rıldı)ğı için sorumluluğu sadece (rey kullanmaktan) ibaret zannetmektedir. İktidarı denetleyebilecek dayanışmacı siyasal ufuk ve derinlikten yoksundur. İktidar aygıtının hegemonik söylemi tarafından tek boyutlu/basmakalıp/birörnek düşünmeye ikna edilmiştir. Aktüel-politikanın sığ/yüzeysel/vülger/pragmatik ve oportünist diline maruz kalmaktan kaynaklı “zihinsel kadavralaşma” durumu ortaya çıkmıştır. Anti-emperyalist/anti-kolonyalist olduğu iddiasıyla teveccühe mazhar olan milliyetçiliğin aslında “beyaz adamın” asistanı olduğunu fark edememiştir. Mısır’da Cemal Abdunnasır, İran’da Rıza Pehlevi, Türkiye’de Mustafa Kemal, Afganistan’da Emanullah Han “milliyetçi” retoriğe yaslanarak toplumlarını burjuva Protestan uygarlığıyla barışık yaşamaya ikna ettiler. Hatta sadece ikna etmekle de kalmadılar. Bu uygarlığın referans sisteminin kanıksanması için ellerinden geleni yaptılar. Önemli bir Peştun milliyetçisi olan Veli Han’ın (1988’de) Pakistanlılık kimliğine itiraz ederken söylediği şu söz bütün ulus temelli yaklaşımları özetler niteliktedir: “Ben 4000 yıldır Peştun’um,1400 yıldır Müslüman ve sadece 40 yıldır Pakistanlı” (Bkz. Ortadoğu’da Devlet Altı Gruplar/İldem Yay.Syf.594)

Hiçbir ulus-devlet milliyetçiliği tartışma konusu yap(a)maz. Bilir ki yapması halinde meşruiyeti sorgulanacaktır. O zaman bilgiyi istismar ve manipüle ederek kendisini güvence altına almak ister. Yukarıda da işaret etmeye çalıştığım üzere en çok istismara uğrayan bilgi tarihle ilgili olandır. Akabinde ise din gelir. Her ulus-devlet kendi meşruiyetini tahkim edecek bir “din dili” üretmek zorundadır. Aksi taktirde toplumu konsolide edemez. Böylece ortaya “ulusa özgü din anlayışı” çıkar. Binaenaleyh ümmet bilinci daha da zaafa uğrar… Müslüman toplumların haysiyetli bir yarını olacaksa şayet (bugün olmadığı ayan beyan ortada olduğu için yarını işaret ediyorum) “ulusal hapishanelerden” çıkıp çıkmayacaklarına ve mübarek İslam’ın ruhundan ilham alan bir siyasal bilinci inşa çabası gösterip göstermeyeceklerine bağlı…

 

02/10/2021

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

 

 


AddThis