okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün150
mod_vvisit_counterDün495
mod_vvisit_counterBu hafta4615
mod_vvisit_counterBu ay12313
mod_vvisit_counterHepsi1853093

Editörden

Derkenar (17)

Türkiye Diyanet Vakfı’nın riyasetinde 1983’te hazırlık çalışmaları başlayan,1988’de ilk cildi yayınlanan ve 2013’te 44 cilde tamamlanarak nihayete erdirilen, ancak (muhtemelen) gelen tepkiler ve fark edilen bazı eksiklikler nedeniyle ek iki cilt ilave edilerek toplamda 46 cilde ulaşan İslam Ansiklopedisi,Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin en önemli eserleri arasında sayılabilir kanaatindeyim.Oryantalist çalışmalar karşısında sürekli olarak eziklik duygusu yaşayan Müslüman toplumlar için bu çalışma ciddi bir itibar vesilesi aynı zamanda. Hatta bu çalışmayı,1908’de şarkiyat çalışmaları alanında uzmanlaşmış olan E.J.Brill(Leiden) yayınlarına sipariş edilen ve temel amacı sömürge altında yaşayan Müslüman toplumlar hakkında sömürgeci Avrupalılara(özellikle de Fransa, İngiltere ve Hollanda’ya) bilgi vermek olan İslam Ansiklopedisi’ne görkemli bir cevap olarak değerlendirmek te mümkündür…Ancak erbabının malumudur ki,bu tarz çalışmalar ilgili ülkenin siyasi/ideolojik tutumundan ve hassasiyetlerinden bağımsız değildir. Akademik anlamda bağımsız olunamayacağı ise artık bilim çevreleri tarafından bile itiraf ediliyor.Nasıl ki laboratuara giren kişi “nötr” değilse, ansiklopedi maddesi hazırlayan veya hangi maddelerin ansiklopediye dahil edilip edilmemesine karar veren kişiler de nötr değildir.Nitekim İslam Ansiklopedisi de daha birinci cildinde “bu eser İslam ansiklopedisi telif türüne sadık kalmakla birlikte Türk-İslam medeniyeti ağırlıklı nesilden nesile intikal edecek kalıcı belge ve kayıt niteliğindedir.” Diyerek tarafını belli etmiş oluyor.

 

Derkenar (16)

Uygarlıkların/medeniyetlerin inkişafında çevirinin/tercümenin rolü hayatidir. Kendi içine kapanan toplumlar/cemiyetler, düşünsel/ilmi/entelektüel kısırlığa mahkum olurlar. Başka ilim/kültür havzalarıyla ilişki kurmaktan imtina eden cemiyetler, fikir yoksulluğuyla malul hale gelirler. Tarihin kaydettiği bütün büyük medeniyetler, etkileşim sonucu ortaya çıkmıştır. Dışarıda ne olup bittiğine ilişkin duyarlılık sahibidirler. Ne zaman ki bu duyarlılık zaafa uğrar ve ilgili medeniyet kendisiyle büyülenirse o vakit çöküşün emareleri görülmeye başlar. İçe kapanmak, düşünsel/entelektüel yoksulluğu besler. İçerik üretiminin durmasına yol açar. Nasıl ki durgun su kokarsa, içe kapanan toplumlar da belli bir süre sonra kokuşmaya başlar. Başka kültür havzalarında üretilen bilgiden haberdar olmayı ve/veya sahip olduğu bilgiyle başkalarını tanıştırmayı arzulamak, tercüme faaliyetlerinin en önemli sebeplerindendir.

Hilmi Ziya Ülken, Osmanlı’nın hem Garbla hem de eski medeniyetlerle irtibatını kestiği ve tercümeye gereken önemi vermediği için zaafa düştüğüne dikkatimizi çeker.(Bkz.H.Z.Ülken/Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü/İş Bankası Yay. ) Kendisiyle büyülenmiş ve dışarıda ne olup bittiğine kulak kesilmekten uzak devlet aklı Osmanlı İmparatorluğunu Batı düşünce dünyasıyla hazırlıksız karşılaşmak zorunda bırakmıştır. Ülken’e göre eski Türk filozofların eserleri bile esaslı olarak tercüme edilmemiştir. İbn-i Sina medreselerde “hidaye” şerhleri vasıtasıyla okutulmuş; Farabi, Razi, Tusi gibi alimlerden ise tercüme yapılmamıştır. Tarih felsefisi disiplininin kurucusu kabul edilen İbn-i Haldun’un (1332-1406) Osmanlı Türkçesine tercüme tarihi 1730’dur.Şeyhülislam Pirizade Mehmet Sahip Efendi(1674-1749) tarafından. Öncesinde Kınalızade (öl.1572) Ahlak-i Alai’de İbn-i Haldun’un mukaddimesine dikkat çekmiş olsa da, Osmanlı ulemasının gündeminde İbn-i Haldun (neredeyse) yoktur. Prizade’ nin tercümesi de tam teşekküllü değildir. Altıncı bölümün “fıkıh” bahsine kadar gelmiştir.(Bkz. Süleyman Uludağ/Mukaddime giriş yazısından/dergah yay.)

Osmanlı alimleri içerisinde ilk defa en ciddi şekilde İbn-i Haldun’dan istifade eden ve tesirinde kalan kişi Ahmet Cevdet Paşa(1822-1895)’dır.Kendisi “efkarımın teşekkülünde İbn-i Teymiyye, İbn-i Haldun,Taine ve Michlet çok müteessir olmuşlardır” diyerek bu tesire işaret eder.Ahmet Cevdat Paşa,Pirizade’nin eksik bıraktığı yerleri de tercüme edip gerekli not ve açıklamaları da ekleyerek 1858’de mukaddime tercümesini tamamlamış ve bu tercüme 1860 da neşredilmiştir.(Bkz. Süleyman Uludağ/a.g.e) Ahmet Cevdet Paşa’dan önce Osmanlı uleması arasında ilk defa mukaddimeden en ciddi manada istifade eden kişi Katip Çelebi(1609-1659)’dir. Ancak bu istifade sonraki alimlere sirayet etmemiştir. Çünkü Katip Çelebi de tarihin arka odasında unutulmaya terk edilen mütefekkirlerdendir. Öyle ki Keşf-üz Zünun adlı eseri ilk kez Avrupa’da neşredilmiştir.(Süleyman Uludağ/a.g.e)İlgisizlik sadece İstanbul ulemasıyla sınırlı değildir. Bin yıllık geleneği olan Ezher de “Mukaddimeden bihaberdir. Modernist akımın öncüleri olarak gösterilen Afgani-Abduf çizgisinin özel gayretiyle 19.yüzyılın ikinci yarısında mukaddime Ezher’in müfredatına girebilmiştir. Ancak İbn-i Haldun’a ilgi duyanların sonraları modernist/mason/mezhepsiz gibi yaftalara maruz kalması, Türkiye özelinde, İbn-i Haldun’un yeterli ilgiye mazhar olmasını engellemiştir. “İslam’ın Marks’ı” yakıştırmasıyla itibarı zedelenmeye çalışılmıştır. İbn-i Haldun’un mukaddimesi Aldülhamit döneminin yasaklı kitapları arasındadır aynı zamanda. Bu da başka bir tartışmanın konusu…

 

Derkenar(15)

 

Hıristiyanlık içi mücadelenin radikal kırılma noktalarından biri olan 1789 Fransız İhtilali’nin modern tarihe armağanı olan muhafazakarlık, her şeyini Protestanlığın jakoben/devrimci ve anarşist tutumuna, tavrına ve tarzına borçludur. Yani Protestanlık gibi bir ekol oluşmamış olsaydı biz bugün muhafazakarlıktan bahsetmiyor olacaktık. Hıristiyanlığın tarihsel tecrübesinin sonucu olarak tebarüz eden ideolojik kampları, eleştirel dikkat ve deruni farkındalık bilincinden yoksun olarak (adeta bir maymun taklitçiliğiyle) kendi sosyal gerçekliğine entegre etmek üzere misyon üstlenen Türkiye aydın/entelektüel havzasının yaşadığı zihinsel buhran halinin toplumsal zeminde yol açtığı “şizofrenik kimlikler” sorunuyla gerçek anlamda yüzleşmemiz gerekiyor. Bu yüzleşmeyi yapabilmek için de evvela bidayetinden beri ilmi/entelektüel çabayı tahfif edip, hamasi-popülist-vülger(bayağı) söylemi ve eylemi terviç eden muhafazakar gelenekten ve bu geleneğin “ötekisi” olarak özgürlük/çağdaşlık/ilerleme adı altında yıllardır parsa toplayan sol/liberal/seküler perspektiften teberri etmek gerekiyor. Muhafazakarlığı Anglo-Amerikan sağcılığı üzerinden ithal edenlerle, seküler/liberal/sol yaklaşımı Fransa üzerinden ithal edenler arasında pespaye ve derinlikten uzak bir siyasal dilin klavuzluğunda süregiden kavgalara/tartışmalara katılarak enerjimizi tüketmek yerine, ana istinatgahımız olan yüce Kur’an ve şanlı elçi(s.a.v)’nin rehberliğinde ilmi/entelektüel bağımsızlık mücadelesi vererek iktisadi, içtimai,siyasi,hukuki v.b her alanda varoluş savaşına katılmayı ihmale gelmez bir sorumluluk olarak telakki ediyorum. Şayet bu sorumluluk,ağırlığıyla mütenasip bir duyarlılıkla idrak edilmezse, ilmi/entelektüel çabanın ciddiye alınmadığı her yerde olduğu gibi burada(Türkiye) da, mebzul miktarda trol ve aparatçik(*) üreyecektir.Bu durumda en değerli hazinemiz olan genç kuşaklar bir yandan muhafazakar/sağ/milliyetçi diğer yandan ise seküler/sol/liberal riyakarlık(lar) aracılığıyla hem düşüncesizleş(tiril)ecek hem de “zihinsel parya” haline ge(tiri)lecektir. Bu riyakar havzalar, Türkiye'nin “epistemolojik bağımsızlık savaşı” vermesi gerektiği gerçeğini gizlemek için(küfr) işbirliği yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Bu işbirliğinin mahiyeti ve keyfiyetine dair yakın tarih içinde çokça örnek bulunabilir. İlmi/entelektüel çabaya karşı son dört asırdır ısrarla devam eden duyarsızlığın ve kayıtsızlığın mirasçısı olan Türkiye bir yandan bu mirasın acı meyvesi olan "riyakarlığın sıradanlığına inanç", “niceliksel başarıya övgü”, “popülist siyasal dile sadakat” ve “ klişelerin tasallutuna rıza” bela(lar/s)ıyla boğuşurken diğer yandan bu belaların tabi sonuçlarından biri olan hizip/klan/getto/parti/klik/cemaat vb. fanatizm türlerinden herhangi birine iştirak ederek, hayatına anlam katma çabasında(!) Bu anlam arayışının yeni durağı ise (her ne kadar post-modern paradigmanın bütün ideolojileri anlamsız kıldığı iddia edilse de…) Muhafazakar-Kemalizm oldu. Biraz din-iman, biraz vatan-millet ve kafi miktarda elitizm/üstencilik karışımından müteşekkil bu yeni ideolojik tutum,henüz daha taşra duygusallığından sıyrılamamış ve hemşehri dernekleri aracılığıyla kente tutunmaya çalışan “lümpen kitleleri” konsolide etmek için nispeten işe yarasa da; bağımsız ve özgün bir entelektüel iklimden istifade edemedikleri için dijital diktatörlüğün ayartıcı,kışkırtıcı,spekülatif ve manipülatif karakterine meftun olan genç kuşaklar nezdinde itibar görmesi pek mümkün görünmüyor.Yüce İslam'ı  kültürel bir varoluşun nesnesi olarak değil, itikadi bir varoluşun öznesi olarak içselleştirmedikçe, konjonktür gereği farklı terkiplerle ve izdivaçlarla karşımıza çıkan fakat esasında “aynı memeden süt emen ikiz kardeş” olan sağ/muhafazakar ve sol/seküler riyakarlıklar tarafından araçsallaştırılmaya mahkum olacağız. 

 

(*) Aparatçik kavramını tarihçi Halil Berktay'dan aldım. Stalin döneminde Sovyet politbürosunun yapıp-ettiklerini kamuoyuna güzel göstermek amacıyla,fakir halk arasından seçilen maaşlı görevliler anlamında kullanılıyor.  Doğan Gürpınar "Kültür Savaşları" isimli kitabında Atatürk'ün dindarlığını kanıtlamak adına 12 eylül sonrasında çaba gösteren ilahiyatçılar için de bu kavramı kullanıyor. (bkz.syf.250,dipnotta)

04/07/2020

Kamil ERGENÇ

kamilergenç@hotmail.com

 

 

Derkenar (14)

Ayasofya’nın özgürlüğü meselesi bağlamında dikkatimi celbeden bazı hususları nazar-ı dikkatlerinize arz etmek isterim:

1-Sembolik değeri oldukça yüksek olan Ayasofya, Yunan/Grek/Hıristiyan geleneğin Türkiye üzerindeki emellerinin dayanağıdır. Bu mabet, Batı’dan bakıldığında İstanbul’un Romalı/Hıristiyan karakterine; Doğu’dan(ya da Türkiye’den) bakıldığında ise “buraların bizim” olduğuna delalet eder. Biraz daha zorlarsak haç-hilal kavgasında hilalin zaferini temsil ediyor diyebiliriz.

2-Ayasofya, genellikle, hamasi ve popülist söylemi/tutumu/tavrı ve tarzı siyasetinin ana istinatgahı yapan sağ/muhafazakar/milliyetçi geleneğin (başı her sıkıştığında) “seçmen tabanını” konsolide etmek amacıyla araçsallaştırdığı meselelerdendir. Dindar-dindar olmayan, muhafazakar-seküler, sağ-sol v.b. ayrımların meşruiyet zemini açısından Ayasofya turnusol kağıdı gibidir.

3-1492’den sonra Endülüs’e (aslında İslam’a) ait tüm izleri kıta Avrupa’sından silmeye çalışan Batı Hıristiyanlığı, (bir anlamda) Ayasofya’nın intikamını almıştır. Ancak tatmin olduğu söylenemez. Bugün bile Yunanistan’da Ayasofya’dan yüksek bina yapmak yasaktır.20.yüzyılın başında Şam’da Selahattin Eyyubi’nin mezarını tekmeleyerek “Kalk Selahattin!Biz geri döndük” diy(ebil)en akıl (muhtemelen) Fatih’in mezarını da tekmelemeyi hayal ediyordur. Dolayısıyla "Artık uzay çağındayız. Din referanslı kavgalar dönemi geçti" iyimserliğinden kurtulmak gerek.

 

Derkenar(13)

Ahlaki ilke ve prensiplerin bütününe gösterilmesi gereken saygı/hürmet ve hassasiyet, (mefhumun muhalifinden hareketle) gayr-ı ahlakiliklerin de bir bütünlük içinde değerlendirilmesini ve ona göre tavır alınmasını tazammun eder. Ahlaka dair bütünlük bilinci zedelendiğinde, bir yanımız bazı söz ve fiillerin subliminal gayr-ı ahlaki mesajlar taşıdığını hissedecek kadar hassaslaşırken, diğer yanımız “apaçık” ahlaksızlıkları görmezden gelebilecek kadar pörsüyebilir. Elbiselerine bulaşan pire kanının abdesti bozup bozmadığını soranlara Hasan-ı Basri’nin verdiği cevap sözünü ettiğimiz bu duruma iyi bir örnektir: “Müslümanların kanının köpek kanı gibi akıtıldığı bir zamanda siz pire kanının hükmünü soruyorsunuz.”

Kendimizi nispet ettiğimiz İslam, hayata/tarihe/bilgiye ve ahlaka tevhidi perspektiften bakmayı öğütler. Hayatı parçalara ayıran ve her parçada ayrı bir değer sistemini ve ahlak öğretisini referans almayı öneren post-modern şirk kültürünü teneffüs ettiğimiz bir vasatta, tevhidi perspektif istisnai bir duruşun mümessili olmayı temin eder. Çok kişilikli/çok kimlikli/şizofrenik bir tutumun, tavrın ve tarzın nesnesi olmayı değil, istikamet üzere sebat ederek tarihin öznesi olmayı salık verir. Lakin üzülerek müşahade ediyoruz ki, post-modern şirk kültürünün ahlak öğretisi, kendisini İslam’a nispet edenler arasında da oldukça revaçta. Bazı ahlaksızlıklara karşı oldukça duyarlı davranırken bazılarını ise ya görmezden geliyor ya da politik-ekonomik-konjonktürel kaygılar nedeniyle sessiz kalmayı tercih ediyor.

 
Daha Fazla İçerik...