Dikenden Başka Mahsul Yok/Şahnun AHMED
Eylül 1995’te, Malezyalı romancı Şahnun Ahmed’in bir romanı* Türkçe’ye çevrilerek yayımlandı. Bu eser de edebiyatımızın,Türkçe’nin o büyük evinin, bir parçası haline geldi; kültür dünyamıza girdi. Böylece aynı medeniyete ait olan bir geçmişi paylaştığımız Malaylar’ın dünyasına bir pencere aralanmış oldu.
Bu bilgiler bizi romana karşı daha duyarlı yapıyorsa da, Şahnun Ahmed’in “Dikenden Başka Mahsul Yok” adıy
Aslında köklere doğru indikçe görürüz ki, klasik Malezya dili, edebî vasfını, bölge insanının İslamiyet’i kabulünden sonraki süreçte kazanmıştır. Daha önce Sanskritçe birçok kelimeyle zenginleşmiş olan Malay dili, bu aşamada, çok sayıda Arapça kitabın tercümesiyle aracı dil halini alınca, işlenmeye başlayıp şekil bakımından durulmuş ve imlası muntazam bir şekilde tesbit edilmiştir. Zaman
İslamiyeti XIV. yüzyılın başında kabul eden Malaylar’ın edebiyatına ait en eski metinler XV. yüzyıldan kalmış ve bu medeniyetin ortak yazısıyla kaleme alınmıştır. Yazılı kültür bu yazıyla başlamış onlarda. Bu ilk metinler o zamana kadar halkın belleğinde yaşayan hikayeler ve Arap ve Fars dillerinden yapılan çevirilerden oluşmakta. Çevrilen bu metinler İslam medeniyet dünyasındaki Doğu edebiyatına ait ortak bazı eserlerdir. Neler var bunların içinde? Masallar, meseller,destanlar, hikayât kitapları, manzum siyerler (Hz. Muhammed’in hayat hikayesi), Hikayet-i Seri Rama (Ramayana), Hikayet-i İskender-i Zülkarneyn (Büyük İskender’in hikayesi), Hikayet-i Emir Hamza (Hamzaname), Kelile ve Dimne.. Bunlardan başka bu ülkeye ait bazı özgün metinler: Hikaye-i Hang Tuah, Siyer Bidasari.. Malay tarihi ve Malakka kroniği niteliğindeki Secara-i Malayu adlı eserde hükümdarlarının soyu, ilgi çekici, geleneksel bir yaklaşım
Geçmişinde Portekiz (XVI. yy), Hollanda (XVII. yy) ve İngiliz (XIX. yy) sömürge dönemleri bulunan Malaylar 1941-1945 döneminde de Japon işgalini yaşamıştır. Bu son işgal, ülkede milliyetçiliği körükleyerek gerçekten Malezyalı olmak isteyen bir edebiyatın doğmasını kolaylaştırmıştır. Bu yıllar 1933 doğumlu olan romancımız Şahnun Ahmed’in içinde yaşadığı döneme aittir. Ele aldığımız romanın toplumsal şartlarını kavrayabilmek için yine aynı döneme dahil olmak üzere Malezya’daki sosyalist karekterli oluşuma işaret etmek gerekir. 1948’de Malezya Komünist Partisinin başlattığı ayaklanma üzerine ülkede uygulamaya konulan olağanüstü hal 1960 yılına kadar sürer. 1957 yılında bağımsızlık ilan edilir ve Malaylar ve İslamlığa ayrıcalık tanıyan bir anayasa yürürlüğe girer. (Ülke nüfusunun % 50’si Malay, % 30’u Çinli, % 10’u da Hintli ve Pakistanlıdır.) Malezyanın resmen kuruluşu 1963’tedir.
Kuala Lumpur ancak 1957’den sonra fikrî hayatın merkezi durumuna gelir. Bir Dil ve Edebiyat Enstitüsü’nün (Divan Bahasa dan Pustaka) kurulması edebiyatın gelişmesine yardımcı olur.
Malezya’nın iki büyük romancısından biri olan Şahnun Ahmed (diğeri A. Samet Sait, d. 1935) ilk ve orta öğrenimini Malay ve İngiliz okullarında tamamladıktan sonra 1955’te öğretmenliğe ve 1956 yılından itibaren de yazmaya başlar. 8 yıl Malay dili ve edebiyatı okutur. Yüksek öğrenimini daha sonra, 1971’de Kanberra’da Avusturya Üniversitesi’nde tamamlar. Dikenden Başka Mahsül Yok adlı eserinin yazılış ve yayımlanış tarihini bilmiyoruz. Ancak roman zamanının bağımsızlık yılına (1957) yakın bir dönem olduğunu eserdeki bir ifadeden çıkarak söyleyebiliyoruz. (“Tıpkı yeni özgürlüğüne kavuşmuş ülkesi gibi” s. 37).
Malaylar, romanda da görüleceği üzere Malezya’da geleneksel kırsal hayat tarzına hâlâ bağlı, siyasal iktidar ellerinde olmakla beraber şehirlerde azınlıkta olan bir millettir. Romanda altı yerde kendilerinden birer ikişer cümleyle söz edilen ülkedeki Çinliler, İngiliz yönetimi sırasında Güney Çin’den madenlerde ve bayındırlık işlerinde çalıştırılmak üzere işçi olarak getirilmiş ve buraya yerleşmiş insanlardır. Malaylardan daha dinamik, çağdaş eğitimde öndedirler. Büyük bir iktisadi güce sahiptirler. Dinî ve kültürel fark onların yerli halkla kaynaşmasını önlemiştir. Romanda da bünyeye kabul edilmemiş bir unsur olarak geçen Çinliler, yerli halkın tarımla uğraşmasına karşılık dükkan sahibi (“Çinlilerin dükkanlarında yığınla tohum var”, s. 10); yerli halkın tek bir işle (tarımla) yetinmesine karşılık kendilerine sürekli değişik iş alanları arayan ve bulan insanlar olarak gözükür.
Çinliler areka fıstığı ağaçlarını kesip denize indiriyor ve kazık yapıyorlardı. Sonra da bu kazıkların arasına ağ geriyorlardı. Lahuma da bu ağaçları kesip satmayı düşünmüştü.(...) Sonra bu düşüncesinden de vazgeçti. Başka bir işe ihtiyacı yoktu. Pirinç işi bittikten sonra iş kalmıyordu; ye ve yat, yat ve uyu.. Ve tekrar pirinç mevsimi gelince yeniden paranglar şimdiki gibi kontrol ediliyordu. (s. 12.)
Üçüncü dünya ülkelerinin üst sıralarında yer alan Malezya gelişmiş bölgelerle geri kalmış bölgeler, modern sektörle geleneksel sektör arasındaki uyumsuzluğun damgasını taşımaktadır. Romanın mekanı olan Banggul Derdap köyü modern dünyayla çok az irtibatı bulunan, bu dünyaya büyük oranda kapalı, tarıma dayalı bir hayatın yaşandığı fakir bir köydür. Romanın kahramanı, bu köyde pirinç tarımıyla geçinen Lahuma, karısı Jeha ve yedi kızlarından oluşan yoksul bir ailedir. Bu ailenin hayatında, mevcut medenî dünyaya ait çok az öğe yer almaktadır. Bunlar, kendileri için hayatî önem taşıyan tarım işinde kullandıkları “üç yıldız markalı gübre” (s. 49) köyün zengin adamı olan Tok Penghulu’nun traktörü ve Jeha’nın içine düştüğü felaketten sonra onu almaya sonra da geri bırakmaya gelen “iyi giyinmiş yabancılar”dan (s. 208) ibarettir. Köydeki kapalı hayatın tasviri romancı tarafından ilkelliğin dili diyebileceğimiz bir anlatım oluşturularak başarılı bir şekilde bunun içine oturtulmuştur. Büyük oranda gerçekleştirilmiş bir doğal akış sürüp gitmektedir romanda. Romanın dili dikkatle incelendiğinde çok fazla olmayan benzetmelerin bu doğallığın sağlanmasında önemli bir paya sahip oldukları görülecektir. Gece yedi çocuğun evin içinde serilip yatışları “ocağa sürülmüş düzensiz odunlara” (s. 15) benzetilmekte; Lahuma’nın karısı Jeha’nın yatışı “gevşemiş bir timsah gibi yayılmış yatıyordu” (s. 22) sözleriyle anlatılmaktadır. Başından topuklarına kadar çamurla kaplanmış olan Jeha “bataklıktan yeni çıkmış bir manda”ya (s. 60), zehirlenerek her tarafı şişen Lahuma’nın vücudu bir tomruğa (s. 99) benzetilirken, Pirinç tarlasına yengeç akınının başladığını anlayan Jeha’nın telaşlı koşusu şöyle anlatılmaktadır: “..Var gücüyle koşuyordu. Bir pulut tilkisinin ürküttüğü ceylan gibi, gerilmiş bir yay gibi çitlerin üzerinden atladı” (s. 130). Bir başka benzetme: “Çocuklar ona yetişmek için setler üzerinden koşuyorlardı. Vahşi bir yılan tarafından ürkütülmüş ördekler gibi sıra halinde koşuyorlardı” (s. 131). Çocuklar bir yerde daha ördeklere benzetilir: “O gün hepsi ördekler gibi tek sıra halinde tarlaya indi” (s. 146). Bir yerde de yukarılardan gelen sel sularının “bir kaplan tarafından ısırılmış gergedan gibi sesler çıkardığı” (s. 181) benzetmesi yer alır. Romandaki benzetmelerde daha da ilgi çekici olan yan, romancının medenî dünyaya ait öğeleri de bir şeye benzetmek istediği zaman, doğa ile baş başa yaşayan bu insanların dünyasından bazı öğeleri kullanmış olması. (Burada tekrar dikkat çekmek istiyorum: Romandaki kişiler konuşmalarında değil, doğrudan doğruya bir anlatım ortamı kurmak isteyen romancı baş vurmaktadır bu yola.) İşte traktör: “Tok Penghulu’nun tarlasında, yaralı bir gergedan gibi böğüren traktör görülebiliyordu” (s. 96). Kahramanlarımızın hayalinde yer alan tren: “Bir piton yılanı gibi yuvarlak ve upuzunmuş (...) onun gürültüsü tepelerde patlayan bir fırtına gibi , yankısı da sık ormanlarda yürüyen gergedan gibiymiş” (s. 52).
Eğer benzetmelerde bu yöntem kullanılmamış, romancı sahip olduğu kendi kültür ve yaşama ortamına ait bazı öğelerle bunu yapmış olsaydı, öyle zannediyorum ki doğaya çok bağlı bu insanlara ait ilkel ortam aynı başarıyla canlanmazdı okuyucunun muhayyilesinde. Bence bu bakımdan yanlış tek bir benzetme örneği var romanda: Annelerinin kendilerini de pirinç tarlasına götüreceğini öğrenince sevinen kızların durumu. Şöyle bir benzetmeye başvurularak tasvir edilmiş bu sevinç: “Birbirlerine karşı yüzleri sevinçle parladı. Tıpkı şehirli kızların babaları onları sinemaya götürmeyi teklif ettiği zamanki yüz aydınlıkları gibi” (s. 45).
Romanın konusunu kısaca, Banggul Derdap köyünde yaşanan bir hasat mevsimi, olarak ifade etmek mümkün. Romandaki zaman bu hasat mevsimiyle sınırlı: Hasadı yapılan pirincin fidan olarak ekilmesinden tane olarak ambara konulmasına kadar geçen zaman.. Romanın, merkezde duran yedi çocuklu bir aile ve bazı silüetler halinde belirip kaybolan köylülerden ibaret dar bir şahıslar kadrosu var. Aslına bakılırsa anlatıcının, anlatının merkezine yerleştirdiği kişi dışında kalan romandaki diğer insanlar birer karaltı halinde kalmaktadırlar. Bu kişi başlangıçta, ailenin reisi olan Lahuma’dır. Birgün o, ayağına batan bir zehirli diken sebebiyle pirinci elde etme mücadelesinden çekilmek zorunda kalınca ailenin sorumluluğu ister istemez karısı Jeha’ya geçer. Romanda anlatının etrafında odaklaştığı kişi de Jeha’dır o andan itibaren. Kocası Lahuma’nın ölmesinden sonra doğanın çetin şartları yanında bazı kişisel sorunlarıyla da savaşmak zorunda kalan Jeha, üzerinde taşıdığı yükün altından kalkamaz ve delirir. Onu bir kafese hapsetmek zorunda kalırlar. Böylece sorumlulukla beraber romanda anlatının odağını da teslim alan kişi, ailenin en büyük kızı Sanah olur.
Anlatının odağında bulunan romandaki birinci derecede önemli kişileri bile bizim bütün yönleriyle tanıma şansımız olmaz. Bunun sebebi nedir? Dikkatle bakılırsa görmek mümkün. Bu romanda insanların dışında, birinci derecede önem taşıyan bir kahraman daha var: Pirinç ve pirinci elde etmek üzere tabiatın çetin şartlarına karşı verilen mücadelenin kendisi. Bu mücadele o kadar önemlidir ki, romandaki anlatı akışı bile ona ayarlıdır. Ailede mücadeleden çekilmek zorunda kalan sorumlu kişi aynı zamanda anlatının odağından da düşerek bir kenara bırakılır. Romandaki mücadelenin - ki bir yerde savaş kelimesiyle ifade edilir- karakterini incelemeye geçmeden önce pirinç üzerinde duralım.
Pirinç bu insanların en temel gıda maddesidir. O olmazsa hayat devam etmez. Pirinç işi bittikten sonra başka bir işleri kalmamaktadır bu insanların; “ye ve yat, yat ve uyu..” Pirinci elde etme işi çok büyük bir önceliğe sahiptir. “Lahuma’nın yarası bütün vücuduna yayılsa da, tarlaya pirinç ekilecekti.” “Lahuma da gitmelerini söylemişti zaten. Pirinç tarlası herşeyden önemliydi. Lahuma ağlayıp sızlayarak yatardı kendi başına, fakat pirinç tarlası tamamlanmalıydı” (s. 93). Bu insanlar, hayat kaynağı olan pirince adamışlardır hayatlarını. Lahuma “pirinçlerini bir tabu olarak görürdü. Ona zarar verecek her şeyle şiddetle savaşırdı. Ne olursa olsun” (s. 169).
Pirinç romanda, her şeyin kendisine bağlı olduğu temel olgu olarak ele alınır. Birçok olgunun da sembolü halinde görünür. Ataları onlara iki değerli şey bırakmıştır: İslamiyet ve Allah’ın bir ihsanı olan pirinç. “Pirinç Allah’ın ihsanı, diye düşündü Lahuma. Büyük babası hayatını pirinçle sürdürmüştü. Lahuma da böyleydi. Pirinç ekilir, güneşlendirilir, dövülür ve yenirdi. Evet, o pirinç hayatı yaşanır kılmıştı çağlar boyu” (s. 7). “Çok uzun zaman önceden, atalarının yaşadığı zamandan bu yana tek bir yiyecek varolmuştu. O da pirinç” (s. 62). Bu satırlardan anlaşılacağı üzere pirinç geçmişten bugüne sürüp gelen gelenek gibidir. Ona hizmet etmek, onu her türlü düşmandan korumak gerekmektedir:
Lahuma’nın sözlerini hatırladı: Çocuklarımız gece gündüz yiyeceğe muhtaçlar. Eğer pirinç bulunmazsa çocuklar ölür. Bizim rızkımız pirinçtir. Bizim yiyeceğimiz, giyeceğimiz, sağlıklı ve hasta oluşumuz hep pirince bağlı. Bu atalarımızdan bize kadar gelen bir olay. Ona hizmet etmek, onu korumak zorundayız. Zahmeti ne olursa olsun, onun yaşaması gerekir. Biz de onun yanında yer almalı, savaşmalıyız. Binlerce düşmanı gelse de savaşmalıyız. Onu korumalıyız. O bizim hayatımız. Çocuklarımızın hayatı, can damarı. Çok uzun zaman öncesinden bizim insanımızı hayata bağlayan tek şeydir o. O, pirinçtir. Ondan başkası yoktur. Yoktur.. (s. 145).
Çok gerçekçi bir iç anlatımı olmasına rağmen, ortaya çıkan genel tabloya baktığımız zaman adeta bir masal dünyası belirmektedir karşımızda. Bu yönden geleneksel olanla irtibatlandırmak mümkündür romanı. Pirinç, Kaf Dağı’nın ardında kurtarılmayı (elde edilmeyi) bekleyen değerdir. Ona ulaşmak için romandaki köylüler tıpkı masalın kahramanı gibi birçok engelleri aşmak, tehlikeli bir dizi yaratıkla savaşmak zorundadır. (Pirinci elde etmek için Lahuma ve ailesinin verdiği mücadeleyi tabiatla mücadele bölümünde ele alacağız)
“Pirinç kendisiyle beraber birçok şeyi de getirecekti”r. Lahuma’nın dediği gibi yiyecek, giyecek, sağlıklı ve hasta olmak hep pirince bağlı olduğu gibi; bu insanlar için sosyal hayat da pirince bağlı, ona ayarlıdır:
Tok Penghulu hasat zamanı bu yılki pirincin şerefine vereceği ziyafette beş veya altı manda kesecekti. Gençler bu ziyafet sırasında davullarıyla silat (Malay yakın dövüş oyunu) havaları çalacak, gayong meydanı (oyun alanı) pirinçler ambarlara doldurulduğunda köylülerle dolup taşacaktı. Serbest bırakılan mandalar pirinç tarlalarına koşacaktı. İnsanlar günler, geceler boyu şiirler, ilahiler okuyacaktı. Belki de Tok Penghulu bu yılki ziyafette bir kızını evlendirecekti” (s. 126).
Hayatın bir taklidi olan çocukların oyunu pirinçle ilgilidir. (Bu, romanda doğal bir anlatım akışının oluşmasına katkı da sağlamaktadır).
Çocuklar evin bahçesinde toplanmışlar, evcilik oynuyorlardı. Pirinçleri kumlar, tencereleri de kokonat kabuğuydu. Güya yemek pişiriyorlardı (s. 6). Orta yaştaki Semek, sahici bir tavırla cenerai yapraklarını kesiyordu. Muhtemelen onlardan balık yapacaktı. Diğerleri, pirinçte bir yanık kokusu var, çünkü altındaki ateş çok güçlü olmuş, diye sesli sesli yakınıyorlardı. Sanki tencere olarak kullandıkları kokonat kabuklarının altında ateş yanıyormuş gibi.. (s. 7). Oynadıkları bu oyun bildikleri tek oyundu. Sanah’ın küçüklüğünden beri çocukları hep bu oyunu oynuyorlar, yalancıktan yemek pişiriyorlardı. Onların pirinçleri kum taneleriydi (s. 6).
Hatta bu fakir insanların hayalleri bile pirinç üzerinedir:
Jeha da güzel hayallere kaptırdı kendini.Tanelerle yüklü bir pirinç tarlası hayal etti. Kaldıracağı hasadın miktarını düşündü. Mevsimin yeni pirincinden Lahuma için vereceği ziyafeti tasarladı. Eğer isteyen olursa kızları Sanah’ın ve Milah’ın düğününü gözünün önüne getirdi. Gamal pirinci dolu ambarını, kedi balıklarını, puyu balıklarını, karidesleri, selat balıklarını, sepet balıklarını düşledi. Hepsi kendi pirinç tarlasının mahsulüydü (s. 125-126). Jeha bu cevaba gülümsedi. Pirinç kendisiyle beraber birçok şeyi de getirecekti. Eğer yengeç ve tiaklar saldırmazsa çocukların yeni elbisesi olacak, bu yılki Ramazan bayramı için yeni ayakkabıları olacak ve çapaların yeni ağızları olacaktı. Hem Jeha bütün ailenin, hiç değilse hayatlarında bir defa olsun trenle yolculuk etmesini istiyordu. Şimdiye kadar sadece hikayesini duymuşlardı. Bir piton yılanı gibi yuvarlak ve upuzunmuş. O, kocası ve çocukları hep birlikte trene bineceklerdi. Nereye gidebilecekleri hakkında bir fikri yoktu. Fakat bir kereliğine sadece trene binmeleri yeterliydi (s. 52).
Romandaki en temel konuya, insan ve doğa konusuna geldik. Romancı, en ibtidai usullerle tarım yapan bir aileyi anlatırken insanı en doğal haline çok yakın bir yalınlıkla çıkarır doğa karşısına. Bu insan için doğa, hem hayat kaynağı olan pirincin yetiştiği değerli bir toprak parçası (tarla) hem de bu değerli ürünle arasına engeller koyan, bunları aşmak için bir mücadele verilmesi gereken savaş alanıdır. Elde edilmesi gereken, bir başka söyleyişle yetişene kadar korunması gerekenle savaşılması gereken yanyana, iç içedir. Yetiştirilmesi gereken pirinçtir. Mücadele edilmesi gerekenler ise çoktur: Pirinç tarlasındaki suyun içinde gezinen ve çalışırken insanın kanını emen binlerce sülük, biraz yetişen pirinç fidanlarını saldırılarıyla deviren sürüler halindeki yengeçler, olgunlaşmaya başlayan pirinçlerin düşmanları tiaklar -gelince 800-1000 tanesi birlikte gelen bir cins kuş-, fareler ve yaban domuzları.. Sonra aniden bastıran yağmurların oluşturduğu, tarlaları basan sel suları, zaman zaman ortaya çıkan kuraklık. Bütün bunlarla yılmadan ve yorulmadan mücadele gerekmektedir. Ayrıca zamana karşı bir yarıştır yapılan. Tarlanın temizlenmesi, fidelerin dikilmesi ve diğer işler komşu tarlalardaki köylülerle eş zamanlı olarak yürütülmeliydi. Aksi halde geride kalanın başına bin türlü felaket gelirdi.
Romanda, insanın doğa karşısına en yalın haliyle çıkarıldığına işaret etmiştik. En yalın veya en ibtidai haline çok yakın olan bu insanın doğaya bakışı, ona yaklaşımının tabi olarak vahşi bir karakter taşıması gerekmez mi? Doğadan elde etmek istediğinin etrafını sarmış olan düşmanları öldürürken bir vahşi midir acaba Lahuma? Burada üçüncü bir unsur girmektedir devreye ve savaş bambaşka bir anlama kavuşmaktadır. Bu üçüncü unsur bu insanın inancıdır. Dıştan bakmaya üzeri ve çevresiyle çok ibtadai bir görünüme sahip olan bu insanların iç dünyalarına indiğimiz zaman büyük bir iç eğitimden geçmiş, medenî bir ruh çıkmaktadır karşımıza. Gerçek manada medenî bir dünya görüşüne sahiptir onlar:
Yengeç ve tiaklar da Allah’ın yaratıkları, tıptı bizler gibi. Allah en kudretli olandır (s. 17). Kanımı emmezseniz sizi öldürmeyeceğim. Çeltiği ektikten sonra burada suda yürüyeceğim. Ve o zaman eğer bacaklarıma yapışıp kanımı emerseniz, karımın kanını, çocuklarımın kanını emerseniz, sizin herbirinizi öldüreceğim (s. 19). Hiçbir insana, Allah’ın yarattığı hiçbir şeye zarar vermiyeceğim. Benim ve ailemin uğraşlarını engellemiyen hiçbir böceği öldürmeyeceğim (s. 21).
Bu noktaya geldikten sonra, belki de romanın ana mesajını özetleyen ilk cümlesine göz atabiliriz: “Hayat ve ölüm, kıtlık ve bolluk Allah’ın elindedir.. Allah’ın , O, herşeye gücü yetenin elinde” (s. 5). Sanki yazar bu bir tek özlü ifadenin açılımı olarak yazmıştır bu romanı.
Ancak romanın yapısında dikkatimizi çeken bir durumu da burada açıklamadan geçmiyelim. Romanın başından sonuna kadar zaman zaman Allah’a teslimiyet ve zor zamanlarda ona yönelinerek yapılan dualarla karşılaşmamıza rağmen, romancı bunların karşılığı olabilecak hiçbir gelişmeye işaret etmemektedir. Sanki bütün bu yönelişlere rağmen çalışan bir çark hükmünü icra etmektedir. Kurtulacağına dair taşıdığı inanca rağmen Lahuma ayağına batan zehirli dikenin etkisinden kurtulamıyarak ölür. Karısı Jeha, bir kobra yılanıyla karşılaşmasının uzun süren etkisinden sonra (romanda “yılan çarpması” [s. 63] olarak ifade ediliyor bu), kocasını kaybedip pirinç tarlasındaki çetin şartlarla onsuz savaşmak zorunda kalır. Bütün bu zorluklara, yalnız bir kadın olmanın problemleri de eklenince zaten bir şokla yerinden oynamış olan ruhi dengesi yavaş yavaş bozulur. Tedaviye gönderilen annelerinin iyileşip geleceğini uman çocukların bu beklentileri boşa çıkar ve anneleri hasat mevsiminin sonunda hiç bir iyileşme olmadan gittiği gibi geri döner. İnsanların istekleri farklı farklı olmasına rağmen yaşanan hayatın arka planında işleyen ve kendi hükmünü icra eden bir çark vardır. Daha romanın ilk bölümlerinde kobra şokunun hemen arkasından Lahuma bunu farkeder ve adını koyar: “Kaderin ilk darbesiydi bu” (s. 35).
Şu halde dikkatimizi çektiğini belirttiğimiz durum yazarın yaklaşımıyla ilgilidir. Yazar, hayatın ve ölümün, kıtlığın ve bolluğun o herşeye gücü yeten Allah’ın elinde olduğuna, madalyonun ikinci yüzünü, ölüm ve şifa bulmayan hastalıkları sergileyerek işaret etmektedir.
Şunu hemen belirtelim ki, bir bütün olarak romanı ele alıp onu yorumlayarak bu çıkarımlara ulaşabiliriz. Yoksa baştan beri ifade ettiğimiz gibi romanda herşey kendi doğallığı içinde gelişmektedir. Hayatı kendi olağan akışı içinde tasvir eden romancının romanın sonuna doğru belirttiği gibi “Bu onların her zamanki hayatı”dır (s. 202). Mücadelenin son bölümünü üstlenmek zorunda kalan çocuklar, bütün bu kayıplardan sonra, bir kısmını tiaklara kaptırdıkları pirinçleri ambara koyabilirler. Bütün sadeliğine rağmen, romandaki anlatımın sahip olduğu güce işaret etmiş, bu gücün kaynaklarını ortaya koymaya çalışmıştık. Buna ilaveten şunu da belirtelim:
Romandaki gerçekçi anlatımın köklerini genel olarak XIX. yüzyıldaki edebî gelişmelere kadar götürmek mümkünse de (Zola ismiyle beraber hatırlanan natüralist romanın temel özelliklerine sahiptir Dikenden Başka Mahsul Yok) bu durumu XX. yüzyıl içinde insanlığın, özellikle de İslam coğrafyası üzerindeki toplumların -en azından zihnî olarak yaşadıkları- sosyalizm tecrübesini de akıldan çıkarmadan açıklamanın uygun olacağı kanaatindeyiz. Ülkemizde de -edebî yönden çok zayıf kalmasına rağmen- yaşanmış olan, sosyal gerçekçi bir köy edebiyatı mantığının bir esintisi hissedilmektedir Şahnun Ahmed’in romanında. Hayatı sürdürmek için verilen büyük bir mücadele, fakir köylüler ve köyün zengini.. Sosyal gerçekçi köy edebiyatının öğeleri mi bütün bunlar? Bir benzerlik var gibi görünmesine rağmen o şemanın romanı değildir, Dikenden Başka Mahsul Yok. Bende bu çağrışımı uyandıran ayrıntılardan birini de alıntılayarak bu konuyu noktalamak istiyorum. Çünki bana göre romandaki ana izleklerden biri değildir :
Jeha parmaklarını kalın, siyah saçları arasında gezdiriyordu. Zaman zaman elleri başından kulağına iniyor, saçlarının arasında bulduğu bitleri iki başparmağının tırnakları arasına getirip kırıyordu. Yaratığın karnının patlamasıyla saçılan kan Jeha’nın tırnaklarına yayılıyordu (s. 6).
Romanda, Lahuma’nın ölüme, Jeha’nın deliliğe adım adım yaklaşmaları çok etkili bir anlatımla verilmiştir. Burada bunların ayrıntılarına inmiyeceğim. Ancak, en büyük kız Sanah’ın kuşlarla mücadele ederken içine düştüğü korku, korkunun metafiziği diyebileceğimiz sınırların aşılma noktasına ulaşır. Normalin kaybedilebileceği tehlikeli bir boyutu bize hissettirir romancı:
Sanah kuşlardan korkmaya başlamıştı. Milah da öyle. Tiakların Kiah’a saldırıp gözlerini gagaladıklarını hayal ediyordu. Bunların gerçekten olabileceğine inanmıyordu ama, yine de kuşların bu kadar çok oluşundan dolayı korkmaktan kendini alamıyordu (s. 198).
Kuş sürüleri tabiatlarının dışına çıkarak insanlara saldırır mıydı? Yukarıya aldığımız cümleleriyle Alfret Hitchcoc’un “Kuşlar” filminde işlediği bu konunun kapısında durmaktadır Şahnun Ahmed.
(*) Şahnun Ahmet Dikenden Başka Mahsul Yok (Çev.:İbrahim Karagül), Özgün Yayıncılık, İstanbul Eylül l995. Yazıdaki sayfa numaraları bu çeviriye aittir.
EDEBİYATIN SAKLI DİLİ- ALİM KAHRAMAN- İZ YAYINCILIK

Yorumlar
Dikenden Başka Mahsul Yok kitabına gelince çok güzel ve zevkli okuduğum bir kitap.Kesinlikl e okumadıysanız şiddetle okumanızı tavsiye ederim.