okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün554
mod_vvisit_counterDün526
mod_vvisit_counterBu hafta554
mod_vvisit_counterBu ay13243
mod_vvisit_counterHepsi1854023

Kutsala Savaş Açmak

İnsanlık ailesi,yaklaşık üç asırdır, Judeo-Hıristiyan kodlarla mücehhez modern paradigmanın hegemonyasına tanıklık ediyor. Seküler-ırkçı-pozitivist-hümanist özellikleriyle temayüz eden modern paradigma, burjuva protestan kültür kodlarını ve bu kodlardan müteşekkil kavramsal çerçevesini yumuşak ve sert sömürgecilik aracılığıyla evrensel kılmaya çalıştı/çalışıyor. Yumuşak sömürgeciliği kültürel enstrümanlar (özellikle lisan) üzerinden kalıcılaştırırken-ki bunu da ilgili toplumun kültürel anadilinin içini boşaltarak piyasa değerini düşürüp, akabinde anglo-sakson geleneğin lisanı olan İngilizceyi cazip hale getirerek yapar- savaşlar yoluyla da sert sömürgeciliği cari kıldı. 19.yüzyılda “beyaz adamın yükü” , “uygarlaştırma misyonu” klişelerine yaslanarak Batılı olmayan uluslara müdahale etme hakkını meşrulaştırdı. 20.yüzyılda demokrasinin yaygınlaş/tırıl/ması ve insan haklarının teminat altına alınması argümanlarına yaslanarak müdahaleciliğini sürdürdü. Oysaki “insan hakları” kavramı mustazafları (madunları-mağdurları-mazlumları) kapsamıyordu. Beyaz adamın-kadının hakkını korumak üzere üretilmişti. Bir de silah şirketlerinin ve bankaların hakkını… 21.yüzyılda ise özgürlük şemsiyesi altında cinsel sapkınlıkları, marjinal ve dezavantajlı grupları himaye adı altında yeni bir boyut kazandı sömürgecilik. Post-kolonyal döneme özgü bu yaklaşım, kendisini bağımsız zanneden ulusların entelektüelleri/aydınları tarafından da sahiplenildi. Sömürgecinin dilini iyi biliyordu bu aydınlar…

Ulus-devleti sermayenin( paranın) serbest dolaşımında engel gören yeni şirketokrasi kültürüne direnme ve yerinden yurdundan edilen göçmenlere karşı devleti (ulusal çıkarları-milli kültürü) koruma iddiasıyla yükselen radikal milliyetçi hareketler, hem Avrupa’da hem de ona mücavir alanlarda ( elbette Türkiye’de de) karanlık bir geleceği haber veriyor. Avrupa özelinde Batı Hıristiyanlığı’nın İslam’a yönelik tarihten gelen husumeti yeni sağ’ın esin ve besin kaynağını oluşturuyor. Öteden beri birlikte yaşama kültürüne yabancı olan Batı Hıristiyanlığı için, radikal sağ’ın mevzi kazanması zor olmuyor. Sömürge ülkelerinden getirilen milyonların “insanca yaşama” hakkına bir türlü kavuşamaması, madunluğun sınırlarına hapsedilen bir hayatı teneffüs etmeye zorlanması, bu hayatı “beyaz adamın lütfu” olarak görmesi ve bu lütuf için her fırsatta “sahibine” teşekkür etmeye zorlanması Avrupamerkezci kibrin yansıması olarak tebarüz ediyor. Madunluğun istiskal edici yanını fark edip “özne” olamaya çalışanlar ise anında kriminalize ve terörize edilerek cezalandırılıyor.

Avrupa’nın çıkarlarıyla uyumlu İslam algısına hizmet edenler taltif ve takdir ediliyor. Bu isimler devlet ve sivil toplum bünyesinde istihdam edilerek “azınlık haklarının” korunduğu/gözetildiği imajı oluşturuluyor. Akademik çalışmalarını Avrupamerkezci perspektifi tahkim ve terviç edecek şekilde yapanlar ödüllendiriliyor. Hatta üçüncü kuşak göçmenler arasından devşirilenlerle “yeni oryantalizm” çalışmaları yapılıyor. Merhum Fuat Sezgin’in, Avrupa’da henüz atıf yapma yönteminin bilinmediği zamanlarda, Endülüslü mütefekkirlerin fikirlerini kendi fikirleriymiş gibi kopyala-yapıştır yaparak sunan Batılı düşünürleri deşifre ettiği eserine, Alman hükümeti tarafından ,henüz taslak halindeyken, el konulabiliyor. Bilginin İslamileştirilmesi üzerine çalışmalarıyla tanınan İsmail Raci Faruki ve eşi Lamia Faruki, Amerika’da suikaste uğrayabiliyor. Gıl Anidjar’ın yazdıkları Amerikan akademisini derinden sarsıyor ve “tehlikeli” ilan edilmesine vesile oluyor. Epistemolojik emperyalizme direnenlere asla ve kat’a müsamaha gösterilmiyor.

Yazımızın girişinde ifade ettiğimiz üzere modern paradigmanın ana omurgasını oluşturan kavramlar Yahudi-Hıristiyan ittifakından esinle ortaya çıktı. Bu ittifakın anti-İslami olduğunu tarihin akışından ve bugünkü tanıklıklarımızdan biliyoruz. Endülüs’ün 1492 ‘de yıkılışından sonra, Batı’ya özgü bir Hıristiyanlık kurgulandı. Bu Hıristiyanlık Grek-Roma kültür kodlarından besleniyordu. Yani paganlıkla barışıktı. Daha doğrusu Grek paganizmine Hıristiyan gömleği giydirmişti. Doğu’lu (Kudüs) köklerinden teberri etmeyi tercih etti. Endülüs’ün mağlup edilmesi Batı’ya bir çıkış yolu açtı. O güne kadar Osmanlı- Memlük-Endülüs tarafından sıkıştırılan Avrupa bu vesileyle “dışa açılma” imkanına kavuştu. Bu imkan 1571’de İnebahtı’ da Osmanlı donanmasını mağlup etmesini sağlayarak, Müslümanlara karşı psikolojik üstünlük sağlayacaktır.

Endülüs’ün hikemi-irfani ilim mirasını anti-katolik mücadele için sekülerleştiren Avrupa, burjuva protestan kültürün inkişafına, ardından ise aydınlanma ideolojisinin inşasına girişecektir. Bu süreçte en büyük yardımcıları Yahudilerdir. Tercüme okullarında görev alan mütercimlerin ekserisi Yahudidir çünkü. Kelimeleri yerinden etme hususunda “uzman” oldukları için ,hikemi-irfani bilginin sekülerleş/tiril/mesi bunlar aracılığıyla mümkün olacaktır. Judeo-Hıristiyan ittifakının anti-İslamiliği bugün de,çok yönlü olarak devam etmektedir. 1948’de kurulan İsrail’le bu ittifak daha kurumsal-örgütlü-sistematik hale gelmiştir. Tevrat’tan ilham alan Siyonizm’in klavuzluğunda Filistin sömürgeleştirilmekte; buradaki Müslümanlar en barbar, en vahşi, en insanlık dışı muameleye maruz bırakılmaktadır. Batı Hıristiyanlığı, Filistin’in/Kudüs’ün Siyonizm tarafından işgaline destek olarak İslam dünyası toplumlarının öfkesini celbetmektedir. İsrail “seçilmiş kavim” klişesine yaslanarak, başta Filistinliler olmak üzere, tüm Müslümanlara köle muamelesi yapıyor. Müttefiki Batı Hıristiyanlığı onun bu canice eylemlerini “kendini savunma” olarak görüyor ve uluslar arası yaptırımlardan korunmasına yardımcı oluyor.

Asıl iç acıtıcı olansa halkı Müslüman beldelerin İsrail’le yakınlığıdır. Kimi Körfez kralları “İbrahim Anlaşmaları” adı altında İsrail’in bölgesel ve küresel meşruiyetine katkı sunuyor. Türkiye son yıllarda İsrail’le ilişkilerini yüksek seviyelere çıkararak, bu barbar devlete adeta can suyu veriyor. “Beyaz adamın” Ortadoğu’daki jandarması olan İsrail’in güvenliği için bölgenin dizayn edilmesinde rol üstleniyor. Batı Hıristiyanlığı, Müslümanların yoğun yaşadığı Ortadoğu havzasını İsrail aracılığıyla kontrol-denetim altında tutuyor. Kudüs başta olmak üzere halkı Müslüman beldelere yönelik Judeo-Hristiyan tecavüz, Müslümanlarla Batı arasındaki gerilimi besliyor. Bu gerilim İŞİD-DAİŞ vb. radikal örgütler tarafından suistimal edilerek İslam dünyası toplumları kriminalize ve terörize ediliyor. Söz konusu örgütlerin varlığı Judeo-Hristiyan ittifakını tedirgin etmek bir yana memnun ediyor. Bu örgütler aracılığıyla İslam’ın “terörizme meyilli” bir inanç olduğu tezviratını, Dünya’ya yayıyor. Judeo-Hıristiyan ittifakının vampirce eylemleri görmezden gelinirken, Müslümanların ülkelerini koruma refleksleri bile “terörizm” yaftasına maruz kalıyor. Fransa, Afrika’daki; Amerika, Irak ve Suriye deki varlığını radikal örgütleri gerekçe göstererek meşru kılmaya çalışıyor. Türkistan havzasının Çin ve Rusya tarafından sömürgeleştirilmesi benzer gerekçelerden besleniyor. İslam ve Müslümanlar Avrupa’nın/Amerika’nın “düşman/öteki” ihtiyacını karşılıyor. Bu düşmanlık, Kur’an yakma ve Charlie Hebdo örneklerinde görüleceği üzere, istiskal ve tahrikle daha da derinleştiriliyor.

Düşmanlık/öteki dilinin inşasında Oryantalist literatürün katkısı hayatidir. Doğu’yu (Müslümanları) Batı’nın zihin kodlarına göre tanımlayan bu literatür “öteki”nin kim olduğunun anlaşılmasını sağlar. Burada bilen(özne) Batı’lı, bilinen(nesne) ise Doğu’ludur. Özne-nesne ilişkisinden hasıl olan bilgi, öznenin tasavvur-telakki biçimine uygundur. Burada Doğu artık kendisi değildir. Batı’nın tanımladığıdır. Tanımlama imtiyazı, nesneyi “neyse o olarak “ değil “nasıl görmek itiyorsa öyle” tanı(t)mayı sağlar. Bu yaklaşım 17.yüzyıldan sonra daha da sistematikleşir. Artık Tanrının çizdiği senaryoyu okumak-anlamak yerine, kendi senaryosuna uygun gerçekliği inşa etme tavrı egemendir… Anti-Katolik mücadele için hikmetten soyutlanan bilgi, bu yaklaşımı besleyip-büyüten mahiyete sahiptir. Tanrının yarattığı tabiatı “fıtrat” eksenli okumayı-anlamayı terk eden modern zihin, kendi kurguladığı tabiatı inşa etmek için çaba göstermektedir. Fıtratı görmezden gelen yaklaşım insan için de söz konusudur. Organizmanın yerini mekanizma alınca ruh bedenden ayrılmış ve verili beden yerine inşai beden algısı öne çıkmıştır. Yaratılış hikmetini yok sayan bu yeni tasavvur, bilinen insanlık tarihindeki en radikal kırılmadır. Doğu-Batı ayrımında da bu kırılmanın etkilerini görmek mümkündür. Doğu, Batılı zihnin kurgusu olarak, oryantalizm tarafından “inşa edilmiş” bir gerçekliktir. Doğu-Batı imgeleri siyahla beyaz gibidir adeta. Nasıl ki beyaz siyahın yanındayken “en gösterişli” halini yansıtıyorsa, Batı’nın erginliğinin(rüştünün) yüksek cazibesi de Doğu’yla yan yana geldiğinde ortaya çıkar! Beyaz ne kadar saf-temiz-iyi-güzelse, siyah ta o kadar kirli-çirkin-kerihtir. Dolayısıyla bu ikisi (Doğu ve Batı) birbirine muhtaçtır.

Düşmanlık/ötekilik dilinin “literatürünü” oluşturarak sistematikleştiren, Batı’dır. İslam toplumları, tarih boyunca, kurdukları bütün büyük şehirlerde, farklılıkların barış içinde bir arada yaşama pratiğinin en güzel örneklerini sundular. İlk defa “beyaz adam”, kendisi gibi olmayanları insan altı yaratıklar, rüşt çağına ermemiş barbarlar/ilkeller şeklinde kodlayarak sömürgeciliğine gerekçe oluşturdu. Bunu yaparken Grek-Roma uygarlığının bencil-narsist-ırkçı mirasından istifade etti. Doğu’yu mistik-egzotik-dişil-masalsı-şehvetperest-miskin; Batı’yı ise rasyonel- uygar- eril- üretken olarak tavsif eden oryantalist perspektif hala canlılığını korumaktadır. Bu perspektiften beslenen sömürgeciliğin en yakın müttefiki ise üçüncü dünya milliyetçiğidir.

Ulus-devletin homojen (birörnek) doğasından ilham alan bu milliyetçilik, siyasi-bürokratik-medyatik-iktisadi-hukuki iktidar alanını genişletmek ve bir daha kaybetmemek için, birlikte yaşadığı insanların (tolumun) bir kısmını “gayr-ı milli” ilan ederek düşmanlaştırır. Akabinde ise bu düşmanın her talebini, çerçevesini bizzat kendisinin çizdiği millilik kantarında tartarak, makul ya da değil etiketini yapıştırır. İşlediği cürümleri, yolsuzlukları, zulümleri milliyetçilik şemsiyesi altında görünmez kılar.Onun bu hoyratlığı-haşinliği karşısında, kendisini savunmasız-aciz hissedenler “beyaz adamı” kurtarıcı olarak görmeye başlar. Demokrasi-hukuk- insan hakları-dezavantajlı grup hakları gibi klişeleri albenili ambalajlarla sunan beyaz adam bu fırsatı kaçırmaz. İlgili toplumun memnuniyetsiz ve fakat yetişmiş beyinlerini kendine çeker. Böylece bir yandan nitelikli iş gücünü temin ederken diğer yandan “yeni oryantalizm” çalışmalarının kadrolarını oluşturur. Bu kadrolar orta ve uzun vadede hem geldikleri ülkelerin “demokratikleşmesine” yardım eder(!) hem de beyaz adamın evinde yaşayan “göçmenlerin” Avrupamerkezci değer sistemine entegrasyonunu sağlar. Üçüncü dünya milliyetçiliğinin somut şiddetinden bizar olanlar, beyaz adamın “soyut şiddetine” rıza gösterir. Çünkü somut şiddet bütün huşunetiyle hissedilirken, soyut şiddet hissedilmez. Tam bu noktada emperyalizm/kolonyalizm ile milliyetçilik arasındaki işbirliği bütün berraklığıyla tebarüz eder. Ulus olma arzusuyla kutsal/mukaddes olana (ilahi vahiy bilgisine ve nübüvvet pratiğine) sırt çevirip, bujuva protestan kültür kodlarından ilham alan modern paradigmanın birlikte yaşama formu olarak dayattığı enno-kültürel referanslı homojen (birörnek) toplum yaşamını öne çıkaran milliyetçilik, “yeni oryantalizmin” öncülüğünde gerçekleştirilen sömürgeciliği anlayamaz.Bu sömürgecilik sürecinde milliyetçilik, yapay bir anti-emperyalizm söylemi geliştirir. Toplum bu söylemin yapaylığını deşifre edecek ilmi-entelektüel yetkinlikten yoksundur. Hamaset ve popülizm aracılığıyla düşüncesizleştirilmiştir. Toplumu ikaz edecek aydın-entelektüel-alim kadroları da üçüncü dünya milliyetçiliğinin büyüsüne kapılmıştır. Büyünün farkında olan beyaz adam, bir taraftan bu anti-emperyalist (miş) gibi görünen yaklaşımı popülerleştirmeye (köpürtmeye) çalışırken diğer yandan “epistemolojik emperyalizmin” kalıcılaşması için yavaş ama emin adımlar atar. “Yeni oryantalizm” için devşirdiği kadrolar sayesinde ilgili ülkenin zihnini istimlak eder. Kutsalla olan rabıtalarını, geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde, kesmeye çalışır. Hatta kutsala savaş açarak özgürleşeceklerine inandırır onları…

 

NOT: Bu yazı'm Umran Dergisi'nin 348.sasyısında aynı başlıkla yayımlanmıştır.

Kamil Ergenç


AddThis
 

Yorum ekle