okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün574
mod_vvisit_counterDün526
mod_vvisit_counterBu hafta574
mod_vvisit_counterBu ay13263
mod_vvisit_counterHepsi1854043

Kültürel İktidar Nedir ? Ne Değildir ?

Gündelik hayatta karşımıza siyasi, iktisadi, bürokratik, askeri güce sahip olmak gibi farklı boyutlarıyla çıkar iktidar kavramı… Özellikle siyasal alanda belirleyici ve tayin edici olmanın lüzumuna/zaruretine dair güçlü bir retorik söz konusudur. Öyle ki bu alanda gücü/ iktidarı ele geçirmenin (demek ki elden ele geçen bir şeyden bahsediyoruz) bürokratik ve (özellikle de) iktisadi gücün tahkiminde hayati rol oynayacağına inanılır. Yakın siyasi tarihimize nazar ettiğimizde, bu zikrettiğimiz bağlama taalluk eden çok fazla örnekle karşılaşırız. Siyasi iktidarı elde etmenin sağlayacağı ayrıcalıklarla kültürel hayatın da kolaylıkla ikame edileceği varsayılmıştır. Toplumun yukarıdan aşağıya dizayn edileceğine (şekil verile/bile/ceğine, istenilen kıvama getirile/bile/ceğine) inanan yaklaşımlardan esinlenir bu varsayım… Yıllara sari saltanat geleneğimizin (rai-reaya/çoban-sürü ilişkisine endeksli yönetim felsefesinin) etkisi görmezden gelinemez elbette bu yaklaşımın hala kabul görüyor olmasında… Ancak (yine yakın tarihimiz özelinde) yaşadığımız tecrübeler gösterdi ki, mesele sadece siyasal alanda etkili olmakla halledilemeyecek kadar girift… Halihazırda iktidarda bulunanların ( ki yirmi yılı aşkın süredir bu pozisyonlarını koruyorlar) kültür adına yapıp ettiklerine baktığımızda, bir yandan ciddi bir kafa karışıklığının (yani Türkiye’nin kim olduğu hususunda berrak bir zihne sahip olmamanın) diğer yandan ise lümpenleşmenin/amorflaşmanın (ki bu iki hal de kafa karışıklığından beslenir) izlerine rastlarız. Bayındırlık hizmetlerinde sergilenen yüksek performansın ( ki bu hizmetlerin de Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonu ve neo-liberal düzenin ikamesi için/adına olduğunda kuşku yoktur) kültürel alanda gösterilemediğini bizzat kendileri itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Demek ki mesele sadece siyasi-iktisadi-bürokratik güce/imtiyaza sahip olmakla hal yoluna koyulamayacak kadar derin ve müşküldür.

Üzerinde mutabık kalınmış bir tanımdan bahsetmek pek mümkün olmasa da kültür, bir toplumun inanç kodlarının renk verdiği hayat pratikleri, düşünme tarzı ve dünya görüşü olarak tanımlanabilir. Hegel buna “maddeleşmiş ruh” der. Din’in taayyün ve tecessüm etmiş hali de denebilir. Bir dine/inanca bağlanmanın (tedeyyün) sonucu olarak ortaya çıkan sosyal gerçeklik ve bu gerçekliğin kurumsallaşmış hali (temeddün), kültürün hayat bulduğu yerdir. Kelimenin çıkış noktası Latince “colere” mastarı… Yetiştirmek, toprağı işlemek, ekip biçmek anlamına geliyor. Latince cultura mecazi bir anlam genişlemesiyle Fransızca’da “culture” kelimesini yaratıyor. Kökenine göre “sürülmüş tarla, işlenmiş toprak” manasında kullanılıyor. Bu anlam dairesi içinde modern dildeki kültür kelimesi “bilgi, görgü, terbiye ile yetiştirme, işleme, geliştirme anlamlarına geliyor.(1) Toprağın buradaki rolü ,ekilen tohumun potansiyelini açığa çıkaran,onu besleyip büyüten özelliğinden kaynaklanıyor. Anlıyoruz ki kültür de mensubunu, tıpkı toprağın tohumu yetiştirmesi gibi, yetiştiriyor. Cumhuriyet modernleşmesinin fikir babalarından Ziya Gökalp, kültür yerine Arapça “hars” kelimesini kullanıyor, ki yine tarla-toprak anlamındadır. “Hars”, yüce Kur’an’da, teşbih olarak, kadına işaret eder. Bu benzetmenin hikmeti de, Allah’u alem, kadının doğurganlığına/yetiştiriciliğine/mürebbiliğine dikkat çekmektir. Cemil Meriç ise kültür yerine “irfan” ı önerir. Müslüman toplumlar için bu öneri daha makuldür. İrfan, tanıma-bilme-tanışma anlamlarını mündemiç… Marifet-maruf-örf-tearüf kelimeleriyle aynı kökten… İnsan-insan, insan-tabiat ve insan-Allah ilişkisini ilahi vahiy ve nübüvvet temelli inşa etmeyi tazammun ediyor. Meriç’in “umran” kelimesine de özel önem verdiğini biliyoruz. İtikat/inanç kodlarından alınan ilhamla bayındır kılma, müesseseleşme anlamında umran, medeniyetin(temeddün) muadili sayılabilir. Bu yönüyle irfan ve umran birbirinin mütemmim cüzü olarak kabul edilebilir.

Kültür aslen Fransızca bir kelime.16.yüzyılda “insan düşüncesinin eğitim-öğretimle işlenerek sistemli olarak gösterdiği gelişme”(2) anlamını kazanmış. Günümüzde de benzer bir içeriğe sahip… Fransız İhtilali’ni model alan Cumhuriyet aydın ve bürokratlarının kültür kelimesine “seçkinci” bir anlam kazandırdığı (ya da zaten seçkinciliği havi bu kelimeyi tam da Fransız aristokrasisinin zihin kodlarına uygun olarak kullanmayı tercih ettikleri) izahtan varestedir. Esasında cumhuriyet aydını/bürokratı istediği seçkinciliği Osmanlı sarayında da bulabilirdi. Neden Fransız mukallitliğini tercih etti? Diye sorarsak bunun yanıtı İbn-i Haldun’un “mağluplar galipleri taklit eder” tespitinde bulunabilir. “Köylülükle” tamayüz eden Anadolu’yu Batılı değerleri referans alarak eğitip-öğretmek, geliştirmek, yetiştirmek , onları hurafelerden, çağ dışı inançlardan,büyüden kurtarıp, bilimin ışığında aydınlık yarınlara ulaştırmak,muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarmak (yani burjuva Protestan medeniyetinin kavramsal ve kurumsal hegemonyasına razı etmek) cumhuriyet aydın/ bürokratının yegane vazifesidir,adeta serlevhasıdır… Bu yönüyle kültür, Batı referanslı Cumhuriyet modernleşmesinin kamusallaşması boyutuyla öne çıkar. “Kültürlü olmak”; şehirli, modern, bilime meftun,din ve hurafelerden arınmış,dünyayı tanıyan insanları tanımlamak için kullanılır. Günümüzde de benzer anlamını muhafaza etmektedir. Bu bağlamda Cumhuriyet modernleşmesinin Kemalist kanadını temsil edenlerce kültürel iktidar, aydınlanma ideolojisinden esinlenen insan-evren-tabiat-tarih-zaman-mekan-toplum-devlet-din-bilim-Tanrı tasavvurunun kamusallaşmasını ve kurumsallaşmasını temin eden yumuşak güç olarak öne çıkar. Muhafazakar modernleşmeden yana olan kadrolar ise, bu yumuşak gücün milli ve manevi değerlerin tahkimatı için kullanılması gerektiğini düşünür. Bu nedenle modernleşme tarihimiz boyunca kültürel alanda radikalizmi temsil eden Kemalistlerle, muhafazakarlığı yeğleyenler arasında sürekli bir gerilim hattı olagelmiştir. Bu gerilimin bugün de, şiddetinden bir şey eksiltmeden, devam ettiğini görüyoruz. Ancak muhafazakar kanadın, 2015’ten itibaren, “yerlilik ve millilik” eksenli geliştirdiği güçlü söylem ( ki bu söylemin ulus-devletleri aşındıran/örseleyen şirketokrasi düzenine karşı “kendini koruma” refleksiyle üretildiği gerçeği görmezden gelinemez), kurumsal kemalizmin ana karargahı olan siyasi fırka (CHP) içinde ayrışmayı/dağılmayı beslemiş ve hem devlet hem de toplum nezdinde “gayr-ı milli”/ “yabancı” olduğuna dair algının kabul görmesini, önemli ölçüde, sağlamıştır. Çağdaş-gerici, laik-dindar gibi doğrudan kimliğe ilişkin kategorik ayrımların yerine ikame edilen “yerli-yabancı” , “milli-gayr-ı milli” ayrımları yeni bir siyasal dilin belirginlik kazanmasına vesile olmuştur. Bu yeni kamplaşmada (kurumsal kemalizmin ana karargahı olan siyasi fırkanın saf dışı kalması için) Kemalizm yerli-milli bir ideoloji olarak kodlanıp muhafazakarlar tarafından sahiplenilmiştir. Dolayısıyla kurumsal Kemalizm siyaset sahnesinde kriminalize olurken, ideoloji olarak Kemalizm muktedir olmuştur. Bu yeni süreci “muhafazakar Kemalizm” olarak adlandırmak mümkündür.

Kemalizmin muhafazakarlıkla imtizacı, kültürel iktidar meselesine yeni bir boyut kazandıracaktır. Modern paradigmanın epistemik referanslarına itiraz etmeme (ki istese de edemez. Çünkü bu itiraz kendi varoluşunu tehdit eder.) hususunda mutabık kalan ve fakat bu paradigmanın hayata geç/iril/me safhasında takip edilecek usul noktasında ayrışan bu iki ideoloji (yani Muhafazakarlık ve Kemalizm) öyle görünüyor ki, yerlilik-millilik ortak paydasında buluşarak, yarının Türkiye’sini inşa edecekler. Bu noktada sorulması gereken kritik soru, kanaatimce, şudur: “Modern (şimdilerde post-modern) paradigmanın epistemolojik ve ontolojik emperyalizmiyle, bu paradigmaya ruh üfleyen aydınlanma ideolojisinin judeo-hıristiyan kodlarıyla yüzleş/e/meden bugünün ve yarının dünyasında haysiyetli bir duruşun mümessili olabilir miyiz? El cevap: Olamayız. Çünkü aydınlanma ideolojisi Batı Hıristiyanlığının tarihsel tecrübesi içinde ortaya çıkan ırkçı, pozitivist, çatışmacı, seküler bir muhtevaya sahiptir. İnsan-insan, insan-tabiat, insan-Tanrı arasında ilelebet sürecek bir “çatışma” tezine yaslanır ve bu çatışmayı ilerlemenin muharrik gücü olarak kodlar. İnsan-Tanrı çatışmasından hümanizm; insan-insan çatışmasından sosyal darvinizm; kadın-erkek çatışmasından feminizm; baba-evlat çatışmasından individualism (bireycilik); devlet-toplum çatışmasından anarşizm; insan-tabiat çatışmasından scientism (bilimcilik);din-bilim çatışmasından sekülerizm; zengin-fakir çatışmasından sosyalizm ve kapitalizm; etnik kimliklerin (kavimlerin) çatışmasından faşizm ve rasisizm(ırkçılık) icat eder ve bu icatlarını küreselleştirmek için emperyalizmi/kolonyalizmi kullanır. “Beyaz Adamın” üstünlüğü klişesini şiar edinir. Avrupa dışı ulusları insan altı yaratıklar olarak görür ve onlara her türlü muamelenin meşru olduğuna inanır. Kendi refahı için dünyanın geri kalanını sömürmekten kaçınmaz. Bilgiyi metafizik bağ/ın/dan kopararak üretir ve “kontrol-denetim” unsuru olarak kullanır.

Bu durumda kendi kendimizi sömürgeleştirmenin (otokolonizasyon) aracı olan Kemalizmin, muhafazakar kadrolar eliyle kazandığı meşruiyet Türkiye’de kültürel iktidarın rengi bakımından fikir verebilir. Kemalizmin anti-emperyalist, anti-kolonyalist, milli bir ideoloji(ymiş) gibi yeniden diril/til/mesi, varlığını İslam’a borçlu olan Türkiye’nin, bu borcunu unutmasına, hatta alacaklıymış gibi davranmasına yol açabilir. Kendi tarihsel geçmişiyle gerçek anlamda yüzleşemeyen/hesaplaşamayan bir toplumun onurlu bir yaşamı mümkün kılması zordur. Otokolonizasyonu içselleştiren toplumların özgün-bağımsız-vakur bir kültür hareketi başlattığı vaki değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla ortaya çıkan ulus-devletler içinde sınırlarının cetvelle çizilmesine müsaade etmeyen tek ülke olarak Türkiye’nin, emperyalist Batı’nın bilgi sistemini, hayat tarzı ve dünya görüşünü kopya ederek sentezciliğin anaforunda debelenmeyi yeğlemesi, çok ciddi bir kültürel çölleşmeye yol açmış, İslam’a yaslanarak kazanılan İstiklal Harbi’nin ruhaniyeti inkisara uğratılmıştır.

Kemalist modernleşme sadece Türkiye’de değil yakın ve uzak coğrafyamızdaki halkı Müslüman beldelerde ulusal mücadele bilincinin ikamesinde (ve yeni ulus inşasında) etkili olmuştur. Irak-Suriye-Mısır-Tunus-Pakistan-Afganistan-İran modernleşme adımlarını atarken Türkiye’yi örnek aldılar. Türkiye’nin oynadığı bu merkezi rol onun Osmanlı bakiyesi ve Avrupa’ya en yakın Müslüman ülke olmasına (ki bu yakınlık Batılılaşma adımlarının öncüsü olmasını da sağlamıştır) , son İslam halifesine ev sahipliği yapmasına, hasılı kelam, İslam’ın ilmi-siyasi-askeri güç merkezini temsil etmesine bağlanabilir. Batılılaşmaya olan iştahıyla öncü rolü oynayan Türkiye, 1991’de Sovyetler dağıldıktan sonra, NATO’nun yeni konsepti gereği bu sefer “ılımlı İslam” ın (yani hem kapitalizmle hem sekülarizmle hem de emperyalizmle barışık İslam’ın) öncülüğüne soyunacak (daha doğrusu kendisine böyle bir görev verilecek) ve halkı Müslüman beldelere örnek gösterilecektir. Bu durumu ifade sadedinde “otokolonizasyonu içselleştirmek” tabirini kullanabiliriz. Lakin trajik olan şudur ki, Türkiye toplumu da dahil halkı Müslüman beldelerin ekserisi “ılımlı İslam” ın nasıl bir bela olduğunu kavrayamamıştır.

Türkiye aydınlanma ideolojisinin referans sistem/ler/iyle yüzleşmek-hesaplaşmak yerine, kozmetik değişikliklerle yetinmeye çalışarak çok ciddi bir bilinç krizi yaşadığını itiraf etmiştir. Batı’nın kavramsal ve kurumsal hegemonyası altındayken Doğu’ya açılarak yeni bir çığır açacağını zannetmektedir. Oysaki küreselleşme (globalisation) olgusu Doğu-Batı ayrımlarını anlamsızlaştırdı. Burjuva Protestan kültür kodları küre ölçeğinde egemenliğini her geçen gün daha da tahkim ediyor. Kutsalla bağı koparılmış bilgiye yaslanan iktisat-hukuk-siyaset-eğitim insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Kapitalist/neo-liberal düzen hiçbir ahlaki ilkeye saygı duymuyor. Bu düzen insanı arzularının peşinden gitmeye çağırıyor, onu kışkırtıyor. Tekno-endüstriyel uygarlık insanı ve tabiatı bir makine gibi görüyor. Tabiatı,geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde ,tahrip ediyor. Emellerine erişebilmek için bilimi araçsallaştırıyor. Modern bilim bugün ulusüstü şirketlerin çıkarlarını dünya ölçeğinde teminat altına almak, pazarın egemenliğine mani olmaya çalışan ulus-devletleri istikrarsızlaştırmak, tabiatı ölçüsüzce ve hunharca sömürmek, insanı arzularının mahkumu (kolay güdülebilir/manipülasyona açık) bir varlık haline getirmek amacıyla erk sahipleri tarafından araçsallaştırılmıştır. Artık Batılı gibi düşünen, ama Batıya düşman bir Doğu var… Buradan insanlığın hayrına bir gelecek tasavvuru çıkmaz…

Yaklaşık iki asırlık modernleşme tecrübemiz, akışkan-amorf-lümpen kimliklerin mevzi kazandığı bir sosyal gerçekliğin ikamesine vesile olmuştur/olmaktadır. Post-modern paradigmanın kimliksiz/kişiliksiz/renksiz doğası ve “ne olsa gider/her şey mubah” mottosu ciddi bir alıcı kitlesi bulmuş durumda… ”Beyaz adamın” dünya görüşü ve hayat tarzına olan ilgi toplumsallaşmış, Batının bugününü kendi yarınımız yapmak amacıyla atılan adımlar kabul görmüştür. 19.yüzyılda “uygarlaştırma misyonu” klişesiyle sömürgeci fiillerini meşrulaştıran “beyaz adam”, 20.yüzyılda demokrasi ve insan hakları söyleminin ardına saklanarak vampirlik yapmaya devam etti. Otoriter/totaliter yöneticilerden bizar olan İslam dünyası toplumları (daha genelde ise Doğu) , kurtuluş umuduyla demokratik teamüllere sığınmak istedi. Ancak sonuç tam anlamıyla trajediydi. Afganistan-Irak-Libya-Suriye-Filistin demokrasi ve insan hakları söyleminin gölgesinde tarumar edildi, mülksüzleştirildi. Ebu Garib, Guantanamo, Şibirgan, Bagram gibi utanç verici hatıralar birikti. Asırlara baliğ İslam tefekkür ve temeddün mirası yağmalandı, talan ve yok edildi. Müslüman toplumlar demokrasi ve insan hakları söyleminin sadece “beyaz adam” için geçerli olduğunu anladıklarında iş işten geçmişti. 21.yüzyılın sömürgeci klişesi ise “cinsel özgürlükler” , “dezavantajlı grup hakları”, “marjinal grupların temsili” olarak belirlendi. Aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok halkı Müslüman belde bu vesileyle kriminalize edildi, edilmeye devam ediyor. Ancak bir farkla ki, sözünü ettiğimiz bu kriminalize etme fiilinin faili artık “beyaz adam” değil. Yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığımız üzere yerli halkın (yani kendi insanımızın) hatırı sayılır bir kesimi post-modern paradigmanın amorf-akışkan-hakikatsiz-merkezsiz-aidiyetsiz-ne olsa gider doğasına meftun olmuş durumda. Dolayısıyla beyaz adamın,izlemek dışında, bir şey yapmasına artık gerek yok… Bu bağlamda,Türkiye özelinde denebilir ki, şimdilik üzerinde mutabık kalınan “muhafazakar Kemalizm” günü kurtarmaya yardımcı olabilir. Ancak derdimize derman ol/a/mayacağı kesindir.

Pekiyi ne yapmalı? Bu kadar ağır yükün altından nasıl kalkılır? Derde derman olacak ilaç nedir? Gerçek anlamda bir kültürel iktidarın inşası için nasıl bir yol haritası belirlemeli? Zor soru. İki asırlık modernleşme tecrübemizin hasılası olan bugünkü sosyal-siyasal-iktisadi-hukuki-entelektüel gerçekliği rafa kaldırmak (ya da görmezden gelmek) mümkün değil. Onu teneffüs ediyoruz. Her zerremize kadar işlemiş durumda. Her ne yapacaksak evvela bu gerçeklikle yüzleşerek yapacağız. Bu nedenle öncelikle sözünü ettiğimiz gerçeklikle hangi referans sistemine yaslanarak yüzleşeceğimizi/hesaplaşacağımızı netleştirmek zorundayız. Kendisini İslam’a nispet eden bir toplum olduğumuza ve bu ülke de varlığını İslam’a borçlu olduğuna göre, referansımızın ilahi vahiy ve nebevi gelenek olması zaruridir. Aksi taktirde “paradigma dışı “ bir mücadele hattı oluşturmak, yani iliklerimize kadar işleyen sömürgeci bilgi-fikir-yorumla hesaplaşmak imkan dışıdır. Bu bağlamda ilk önce bilgiyi üreten-işleyen-düzenleyen kurum olması münasebetiyle üniversitenin bağımsızlaşması gerekir. Beyaz adamın çıkarlarını koruyan, burjuva Protestan kültür kodlarının küreselleşmesi için misyon üstlenen “epistemik cemaatin” hegemonyasından ancak bu şekilde kurtulmak mümkündür. Üniversitenin bağımsızlaşması demek aydınlanma paradigmasının belirlediği epistemolojik çitin dışına çıkma iradesi göstermek demektir. İlahi vahyin ve nebevi geleneğin bilgisi yegane referans olarak üniversite tarafından kabul edilmelidir ki sonrasında üretilecek-işlenecek-düzenlenecek ve yayılacak bilgi vahyin ve nübüvvetin rengini taşısın. Sonraki adım ise üniversite ile toplum arasındaki bağı güçlendirmek olmalıdır.

Çünkü öteden beri akademik havza halktan kopuktur. Üniversitenin soğuk duvarları arasında ünvan ve makam kapma telaşı akademiyi felç etmiştir. Avrupamerkezci bilginin Türkiye distribütörü gibi çalışmaktadırlar. Okunmayan hakemli dergilerde ayrıntılara boğulmuş makaleler yazarak titr sahibi olmak için uğraşıyorlar. Oysaki bir toplum aydınları-entelektüelleri-akademisyenleri ile omuz omuza verdiğinde niteliksel sıçrama yapabilir. Halkı ehlileştirilmesi gereken mahluklar olarak gören, burnundan kıl aldırmayan, fil dişi kulelerde ahkam kesen, Avrupa’nın çürümüş ideolojilerini ambalajlayıp yeniymiş gibi pazarlayan akademik-entelektüel havzadan bu ülke çok çekti. Çekmeye de devam ediyor. Bu yüzden üniversitelerimizin bağımsızlaşması ve halkla-toplumla barışması hayati derecede önemlidir.

Üzülerek söylemek gerekiyor ki üniversitelerimiz, özellikle sosyal bilimler alanında,adeta birer şarkiyat enstitüsü gibi çalışıyor.Türkiye’nin İslam’a olan borcunu, aidiyetini, bağlılığını, belirginleştirip sosyal-siyasal-hukuki-iktisadi-entelektüel gerçekliğimizi buna göre inşa etmesi gerekirken, bilakis, Avrupamerkezci bilgi sisteminin fikir-yorum hegemonyasını tahkim ve terviç ediyor. Yüce İslam’ın ruhuna aykırı kavramlara meşruiyet kazandırıyor. Kırmızı çizgileri olmayan, her şeyi tartışma konusu yapabilen, fahşanın ve münkerin özgürlük adı altında pazarlandığı, kapitalist/neo-liberal düzenin mahkumu “açık toplum” olmamız için elinden geleni yapıyor. Bu hizmetlerinin karşılığında ise yerli beyaz adamdan “aferin” alıyor.

Üniversitenin bağımsızlaşması sonrası atılacak en önemli adım “milli eğitim” alanında olmalı. Anaokulundan liseye kadar,her düzeyde,müfredat tadilatı gerekiyor. Seküler-pozitivist karakterli bilginin tahakkümünden ders kitaplarımızı kurtarmamız elzemdir. Öğrencilerimize bilgiye-hayata-tarihe-insana-tabiata tevhidi nazarla bakmayı öğretmek zorundayız. Kültürel ana dilimiz olan Türkçenin İslamsızlaştırılmasının önüne geçmek için çok yoğun çok nitelikli çabaya ihtiyaç var. İlkokul ikinci sınıftan itibaren, yani henüz daha kültürel anadilini bile doğru düzgün öğrenememişken, körpecik dimağlara , anglo-sakson kültürün dilini (İngilizceyi) zorunlu olarak okutan bir eğitim-öğretim anlayışı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım üzere, kendi kendini sömürgeleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bu sistemden özgün- bağımsız-özne ve en önemlisi de mü’min/mü’mine şahsiyetler çıkmaz. Öğrencilerimiz okullardan zihinleri paramparça olarak mezun oluyorlar. Eğitim-öğretim anlayışımız bütünlük bilincini zaafa uğratıyor. Tekno-endüsriyel uygarlığın dayattığı “emoji” dili, bütün dünyada ve Türkiye’de, lisan hassasiyetinin kaybolmasına zemin hazırlıyor. İmaj(göz) odaklı bilgilenmenin terviç edilmesi insanları, özellikle de eğitim-öğretim çağındaki çocukları/ gençleri “söz”e kayıtsızlaştırıyor/duyarsızlaştırıyor, onları agresif-özensiz bireylere dönüştürüyor. Ekran tarafından emilen çocukların/gençlerin/yetişkinlerin muhayyilesi tarumar oluyor, hafızaları güçsüzleşiyor ve pek tabi ki fikriyatları sığlaşıyor. Bu noktada başta İslami havzalar olmak üzere toplumun bütün örgütlü yapılarına çok büyük görev ve sorumluluk düşüyor. Devlet erkini elinde tutanlar ise, en azından, 2017 Kültür Şurası’nda(3) alınan tavsiye kararların yürürlüğe girmesi için inisiyatif alabilir.

 

NOT:Bu yazı'm Enderun Eğitim Yazıları Dergisi'nin 26.sayısında aynı başlıkla; Umran Dergisi'nin 347.sayısında ise "kültürel iktidar meselesine dair" başlığıyla yayımlanan metnin gözden geçirilmiş halidir.

Kamil Ergenç

 

1-Bülent Aksoy/Etimoloji Işığında Kelimelerin Dünyasında Gezintiler/İletişim Yay./II.Baskı/Syf.73-81/İst.2022)

2- a.g.e /Syf.73-81

3- İlgili şura’nın sonuç raporuna Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın internet sitesinden ulaşılabilir.


AddThis
 

Yorum ekle