Tevhid
Kur’an insanın yaratılış gayesini Zariyat suresi 56 . ayette ibadet olarak tanımlar.Buradaki ibadetin aynı zamanda bir tarz-ı hayat olduğunun altını çizmek gerekiyor.Varlığını tamamı ile Allah’a teslim ederek şuurlu bir hayat yaşaması işlenir insandan. Bu amacın zaman zaman unutulmasından kaynaklanan ferdi ve toplumsal çöküşlerin ortadan kaldırılması içinde peyderpey peygamberler gönderilmiştir. İstisnasız bütün peygamberler tevhid ilkesini önce kendi şahıslarında hayata geçirmiş ,ardından gönderildiği topluluğu inzar etme görevini icra etmiştir.
Dillerden düşürülmemesine rağmen mahiyeti itibarıyla en az anlaşılan kavram belki de ‘Tevhid’ kavramıdır. Kısaca ‘la ilahe illallah’ olarak özetlenebilecek bu temel kavram hayatın her aşamasında ilahi şiarların bayraklaştırılmasını ve içselleştirilmesini esas alarak, muhatabını bütün benliği ile ilahi irade karşısında teslimiyet göstermeye çağıran bir değerler sistemidir. Allah’ı tek ilah olarak kabul etmenin, vahyin ilk muhataplarının da özenle belirttikleri ve yaşamsallaştırdıkları gibi, tevhid,kabaca insanı ilgilendiren ictimai,iktisadi,hukuki,siyasi,v. s alanlarda ortaya konacak ameliyelerin referansının ilahi olana/ vahye verilmesi olarakta tanımlanabilir.Bu anlayışın sosyal boyutunda parçacı değil bütünsel, doğrusal değil döngüsel/ dairesel bir perspektif söz konusudur.
Ele alacağımız kitap bu teorik giriş sonrasında birçok konunun vuzuha kavuşturulması hususunda muhatabına yeni ufuklar açabilecek evsafta bir eser olma özelliği taşıyor.
Yazarın gerek Müslümanların dünyasını, gerekse de Batı/Hıristiyan ve Yahudi dünyasını yakından tanıyor olması bir çok netameli konuda önemli açılımlar yapmasını sağlamış. Özellikle Grek/ Hıristiyan kültürün bugünkü batı dünyasının şekillenişi üzerindeki etkisi ve beraberinde sekülerizmin doğuşu süreci hakkındaki isabetli tespitleri kavram kargaşası yaşayanlar için önemli imkanlar sunuyor.
İnsanın mukaddes emaneti yüklenme sürecine işaret eden ayeti (Ahzab 72) merkeze alarak eserine başlayan Faruki, bu kadar önemli bir emanetin;yani göklerin, yerin ve dağların almaktan çekindiği emanetin iradi bir varlık olan insanın özgürlüğünü gerektiren ahlak yasasıdır(s.15) tespiti önemli .
Kur’an’ın ülküsünü bütün dünyanın ilahi iradeyi kabul etmesi ve ilahi iradenin bütün dünyaya hakim olması şeklinde özetliyor.
Yazara göre İslam medeniyetinin teşekkülü tevhid esası üzerinedir.(s.27)Tevhidin bir bakış açısı ,bir ideoloji ve bir paradigma olarak muhatabını inşa ettiği hakikati göz önüne alındığında bugüne kadar ortaya konan medeniyet tezahürlerinin bu anlayıştan bağımsız olduğu düşünülemez. Hat, tezhib, ebru,edebiyat,mimari v.s alanlarda ortaya konan çaba tevhidi dünya algısından bağımsız değerlendirilmemelidir.
Yahudiliğin ve Hristiyanlığın Tanrı anlayışı hakkında yapılan tespitler son derece isabetli görünmektedir. Yahudiliğin Tanrı’yı muhteris ve çoğul zikretmeleri ve tanrıyı bir heyula olarak tasvir etmelerine karşın; Hıristiyanlar’ın Tanrı’yı çok yüceltmelerine rağmen mücessemleştirdikleri ifade edilerek sapkınlığa,tanrı düşüncesindeki sapkınlığa, dikkat çekilmiş oluyor.
Yazarın yer yer popüler kavramları İslami renkte sunma arzusu göze çarpsa da -hoşgörü,bilim,v.s- genel itibarıyla bu kavramlara yüklediği mana bugün kullanıldığı şekliyle mütenasip değildir.(s.58.60) Nitekim bilimin bugün adeta putlaştırıldığına ve hakikatin refere edildiği bir miyara/ölçüye dönüştüğüne şahit olmaktayız.Hoşgörünün ise; islamı tırnakları sökülmüş ve pençeleri kırılmış ,yani tarihsel ve hümanist metinler dizgesi haline getirilmiş ve bir nevi manevi tatmin vasıtası olarak kazandığı anlamları göz ardı edemeyiz.
Tevhidin sosyal boyutu olarak ümmet kavramına yapılan hassas vurgu üzerinde itina ile durulması gerekiyor. Bugün artık çok fazla gündem olmayan bu bakış açısının yeniden ihya edilmesi gerekiyor.Ulus devletlerin neşet etmesiyle meşhur 20.yüzyılın, ümmet düşüncesini Müslüman zihinlerde dumura uğrattığı gerçeği yadsınamaz.Bugün dahi ,her ne kadar küreselleşme ile birlikte tesiri azalmış olsa da, ulusçuluk anlayışı ve bu anlayışın sembolleri üzerinde, Türkiye’deki entelektüel havzanın, hakkını vererek bir tartışma gerçekleştirdiğine şahit olamıyoruz.Yapılan tartışmalar verili olanı kabul ederek yani tabiri caiz ise ihsas-ı reyde bulunarak gerçekleştiriliyor.
Tam bu noktada Sezai KARAKOÇ’un Öz ülke tanımını hatırlamak gerekiyor.Diriliş Neslinin Amentüsü adlı eserinde tanımı yapılan öz ülke; yapay sınırların olmadığı,aynı ülkü ve mefkure uğruna çabalayan ve gayesi yalnızca rızayı ilahi olan bir coğrafyadır.Bu coğrafyada gaye İ’layı Kelimetullah’tır.Bu coğrafyada Şam’ın,Bağdat’ın,Kabil’in,Tahran’ın,Kudüs’ün,İstanbul’un….kalbi bir atar.Bu coğrafya iman bağı ile bağlanmayı tüm diğer bağların fevkinde görmüştür.İman bağından kaynaklanmayan bütün eylemlerin kof eylemler olduğunun farkındadır.Mevcut sınırların 20.yy’nin müslümanlara bulaştırdığı bir bela ve musibet olduğunun idrakindedir. O halde bugünün müslümanına düşen bu bela ve musibetlere karşı teyakkuz halinde olmak ve bu teyakkuz halini sürekli hale getirmek olmalıdır.
Kamil ERGENÇ
Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız
