okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün736
mod_vvisit_counterDün724
mod_vvisit_counterBu hafta3486
mod_vvisit_counterBu ay11570
mod_vvisit_counterHepsi1852350

Kimler Sitede

Şu anda 9 ziyaretçi çevrimiçi

Edilgenliğin Girdabından Kurtulmak

Dışarıdan belirlen/ebil/iyor olmak bir toplumun başına gelebilecek en büyük musibetlerden biridir. Çünkü ciddi bir bilinç zafiyetine ve farkındalık yoksunluğuna delalet eder. Belirleniyor olmanın nesneleşmek,özne olmayı terk etmek veya özne olma iradesini tabarüz ettirecek ilmi/entelektüel/hikemi donanımdan uzak olmakla çok yakın bir ilişkisi vardır.Edilgenlik maruz kalmayı, maruz kalmak ise belirleniyor olmayı beraberinde getirir. İçinde Türkiye’nin de bulunduğu halkı Müslüman ülkelerin neredeyse tamamı, yaklaşık iki asırdır dışarıdan tanımlanıyor/belirleniyor ve tarif ediliyor. Bu duruma nasıl geldiğimiz hususu ayrıca teşrih masasına yatırılmalı…Ancak bir an önce çözüm bulmamız gereken sorunlarımızdan biri de edilgenliği içselleştirmektir diye düşünüyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz ahval,belirleniyor olmaktan rahatsız olmadığımızı gösteriyor.Bu sorunu aşabilmek için hem geleneğe hem de modern döneme ilişkin sahih bir perspektif geliştirmenin doğru olacağı kanaatindeyim. Çünkü edilgenliğimiz büyük ölçüde geleneğin tortularının tevarüs edilmesinden ve modernitenin değişimi kutsayan doğasına meftun oluşumuzdan kaynaklanıyor.Geleneksel imparatorluk kültürümüz özellikle siyasal alanın şekillenmesinde “elitist” bir tutumu benimsediği için,toplumun siyasal bilinç düzeyinde ciddi anlamda bir zafiyetin oluşmasına hizmet etmiştir. Bu durum muhatabını “özne” olmaya çağıran İslam’ın ilke ve prensipleriyle alenen çatışmasına rağmen sürdürülmüştür. Bunun yanında yöneticilerin “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi(zillullahi fil arz)” olarak tavsif edilmesi, onlara mülk üzerinde mutlak tasarruf hakkı tanımış ve özel teşebbüsün gelişmesine set çekmiştir.

 

Puslu Kıtalar Atlası' nda Ontoloji ve Epistemoloji Sorunsalı

Giriş 
 
Edebiyat, başladığı tarihten günümüze kadar her zaman felsefenin sıkı bir takipçisi olmuştur. İki bin beş yüz yıl evveline dayandırdığımız Felsefe geleneği asıl olarak Parmanides’in “Fragmanlar”ında yani şiirlerinde tezahür etmiştir. Edebiyat ve felsefenin iç içeliği, yahut bir aradalığını Aristoteles’in Poetika’sında, Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’sinde veya Goethe’nin Faust’unda görmek mümkündür. Çağdaş dönemde ise felsefe ve edebiyatın yolları yine modern bir tür olarak, belki de modernliğin mihenk taşı olarak kabul edebileceğimiz roman türünde kesişmiştir. Buna örnek olarak egzistansiyalizmin öncülerinden kabul edilen Jean Paul Sartre’ın romanları örnek verilebilir. Bunu Camus’nün Yabancı’sı, Alev Alatlı’nın Schrödinger’in Kedisi gibi misallerle çoğaltmak mümkündür. Kendisi de aslolarak felsefe ile iştigal eden İhsan Oktay Anar da büyülü bir gerçeklik ve yoğun bir sembolizm kullanarak kaleme aldığı Puslu Kıtalar Atlası romanında felsefi müktesebatı bütün kitabına sirayet ettirmiştir.
 

Batı Sonrası Dünya'nın Kodları:Epistemolojik Bağımsızlık Arayışı

Geleceğin Felsefesi üst başlığıyla aylık periyotlarla yaptığımız derslerin bu ayki gündemi “Batı Sonrası Dünya’nın Kodları: Epistemolojik Bağımsızlık Arayışı” idi. Avrupa merkezci bilginin egemenliği altında şekillenen son dört asırlık zaman dilimini gözden geçirerek bugünü anlamaya ve şayet Batı uygarlığının çökmesi halinde nasıl bir dünyaya uyanacağımızla ilgili çözümleme yapmaya çalıştık. Bu bağlamda öne çıkan başlıkları ve bu başlıklara özgü içerikleri ilgilisinin dikkatlerine arz etmek isterim.

Batı kavramı bir yön ifade etmekten ziyade ideolojik içeriği de içkin olan bir olgu olarak çıkar karşımıza. Bu ideolojik içerik zaman içerisinde oluşmuştur elbette. M.Ö Heredot ve İskender tarafından Ege’nin doğusunu ifade etmek amacıyla kullanılan “doğu” kavramı “pers kültürüne” işaret eder esasında.Yunan havzasının kendi dışındaki toplumları barbar/vahşi/ilkel/primitif olarak niteleyen perspektifi zamanla “doğu”yu ideolojik içerikle yüklü bir mekan olarak kodlayacaktır.Aslen doğulu olan Hıristiyanlığın da bu süreçten olumsuz etkilendiği söylenebilir.Ta ki 1492 ‘ye kadar…Bu tarihten sonra Cezayirli tarihçi Jaques Attali’nin ifadesiyle Avrupa,kendisine Kudüs’ü hatırlatan her şeyden kurtulmuş ve Romalı kodlarına sadık kalarak Hıristiyanlığı Avrupa’ya özgü olarak yeniden yorumlamıştır.Kudüs’ün yerine Vatikan icat edilmiş ve Beytlahimli İsa(a.s) ve annesi Meryem(a.s) bir anda Avrupalılaşmıştır. Sonraları Latin emperyalizmine karşı mücadele ederek yerel ulus dillerini/kültürlerini öne çıkaran ve böylece Katolik ümmetçiliğini mağlup eden Avrupa Hıristiyanlığı, burjuva öncülüğünde yeni bir dünyaya adım atacaktır. Yaklaşık dört asırdır küre ölçeğinde etkili olan modern paradigma bu dünyanın ürünüdür.

 

Post-Kolonyal Dilin Bariyerlerini Yıkmak

 

Geleceğin Felsefesi üst başlığı altında yaptığımız dersler kapsamında bu ay “Post-Kolonyal Dilin Bariyerlerini Yıkmak” başlığını teşrih masasına yatırdık. Öne çıkan başlıkları ve bu başlıklara ilişkin kısa içerikleri konuya ilgi duyanların nazar-ı dikkatine arz etmek isterim:

Post-Kolonyalizm, Batı dışı toplumların yaklaşık iki asırdır maruz kaldıkları “epistemik şiddetin” bazı kozmetik değişikliklerle devam ettiği tezi üzerinden öne çıkan bir kavramsallaştırma. Edward Said, Gayatri Spivak,Ranajit Guha,Arif Dirlik,Frantz Fanon,Dipesh Chakrabarty gibi entelektüellerin öncülüğünde dünya akademik havzasının gündemine girmiş.Gramsci’nin “madun”(sesi duyulmayanlar,paradigma savaşını kaybedenler,ötekiler) kavramsallaştırmasından ilham alarak oluşan “post-kolonyal okul” özellikle Hindistan merkezli çalışmalar yapıyor.Doğrudan kolonyalizmin(sömürgeciliğin) cari olduğu dönemlerde Avrupa merkezci(Eurocentric) insan,evren,tanrı,zaman,mekan,devlet ve tarih tasavvurunun nasıl tahkim edildiğini inceliyor ve bağımsızlığını kazandığı söylenen ulusların bu tesirden kurtulup kurtulmadığını sorunsallaştırıyor.Ders süresince bizim de cevabını aradığımız soru şuydu; Doğrudan kolonyalizmin sona ermesi Batı dışı toplumların (Asya,Latin Amerika,Ortadoğu ve Afrika)maruz kaldıkları “epistemik şiddetin” sona erdiği anlamına gelir mi? Ve en önemlisi de, Türkiye bu sürecin neresinde yer alıyor? Çünkü Türkiye, doğrudan sömürgeleşmeye maruz kalmamasına rağmen, 19.yüzyılın başından itibaren gönüllü olarak kolonyalist bilgiye dayalı tasavvur biçimlerini, aydınları/entelektüelleri/bürokratları aracılığıyla ithal etti. Bu bağlamda Türkiye’nin de içinde bulunduğu Batı dışı toplumların halen kolonyalist dilin tesirlerine maruz kaldığını ve hatta özellikle aydınlar/entelektüeller nezdinde bu dilin kanıksandığını söylemek abartı olmaz. Şayet bu dille esaslı bir hesaplaşma yapılmazsa, gelecek adına umutlu olmanın oldukça romantik bir tavır olacağı söylenebilir.

 

Gerçeklerle Yüzleşmeden Gelecek İnşa Edilemez

 

Bilinen insanlık tarihinin son dört yüzyılı genelde Doğu toplumları özelde ise Müslümanlar için oldukça sancılı geçti. Benzerine daha önce rastlanmayan bir hızla akan tarihe yetişmek arzusuyla hareket eden Doğu, uzun süredir, içine düştüğü krizden nasıl kurtulacağının hesabını yapıyor. Modern tarihe yetişmek için çıkılan yolda “paradigmatik bir savrulma” yaşandı ve bu savrulmanın etkileri bugün bile devam ediyor.1492 den sonra değişen tarihin seyri, Müslüman toplumları edilgenleştirdi. İber Yarımadası’nın İslam’dan arındırılmasıyla başlayan bu sürecin modern dünyanın inşasına giden yolda kritik bir eşiği temsil ettiğini söylemek zannediyorum abartı olmaz. Aynı dönemde dünyanın farklı yerlerinde imparatorluklar bünyesinde hayat süren Müslüman toplumların tarihin bu kritik eşiğinden ne düzeyde haberdar olduğuna dair geriye dönük bir projeksiyon tutulduğunda karşımıza çıkan manzara kabaca şöyledir: Osmanlı-Safevi-Memlük-Babür hanedanlıkları arasında bölünmüş olan Müslüman toplumlar egemenlik arzusu, merkezileşme kaygısı ve tüm Müslümanların temsilcisi olma gayesiyle kendi aralarında ciddi sayılabilecek kavgalarla meşguldürler.

 

Tarih Yeniden Yazılırken "Epistemolojik Bağımsızlık Savaşı" na Hazır Mıyız?

Doğulu(özelde Müslüman) toplumlar tarihin son iki asrını kolonyalist bilginin tasallutu altında geçirdiler. Bu bilgi özü itibariyle seküler, ırkçı, dışsallaştırıcı ve araçsal aklı öne çıkaran bir hususiyete sahipti. Beyaz adamın “özne” olduğunu iddia ediyordu ve Batı dışı toplumları henüz olmamış olarak kodluyordu. Bu kodlama, sömürgeciliğin meşruiyet zeminini tahkim etti. Henüz olmamış olanları kıvama getirme amacıyla “beyaz adamın misyonu” klişesi öne çıkarıldı. Aydınlanma aklının rehberliğinde ortaya çıkan tanrı, evren,tabiat,zaman,mekan ve devlet tasavvurlarının küreselleşmesi ve Batı dışı toplumların beyaz adama teslimiyetini temin etmek amacıyla sömürgecilik sistematik olarak devam etti. Evvela askeri araçlarla başlayan sömürgeleştirme zamanla zihinsel sömürüye evirildi ki en tahrip edici olan da buydu. Kavramsal ve kurumsal işgal zihinsel sömürgeleşme sonucu başladı. Artık sömürgecilerin zorlamasına gerek yoktu. Kavramların Müslüman toplumların zihin dünyasını istimlak edişi oldukça travmatik ve patolojik bir sürecin işaret fişeğini ateşledi. Yeni dönem kolonyalistlerin bizzat var olmalarını gerektirmiyordu. Çünkü zihinsel sömürüye maruz kalan toplumlar müstakil bir irade üretme cesaretini yitirdikleri gibi sömürgecilerin bilgi sistemlerini de içselleştirmişlerdi. Artık hayata ilişkin bütün tasavvur biçimleri sözünü ettiğimiz bu bilgi tarafından gerçekleşiyordu. Özellikle Fransız İhtilali’nin ve sanayi devriminin etkisi oldukça fazlaydı. Dönemin Avrupa’ya en yakın devleti olan Osmanlı’da bu etkinin büyüklüğünü görmek mümkündür.

 

Osmanlı'dan Cumhuriyete Modernleşmenin Kolonyalist Karakteri

Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olan modern paradigmanın İslam Dünyası toplumlarını doğrudan etkilemeye başlaması yaklaşık olarak iki asır öncesine tekabül eder. Osmanlı özelinde bu süre biraz daha geriye götürülebilir.1699 tarihi bu bağlamda dikkat çekicidir. Öncesinde de askeri mağlubiyetler yaşanmasına rağmen 1699‘u ayrıcalıklı kılan husus, “gavura” toprak kaptırmaktır. Esasında İnebahtı(Leponte) ‘da Osmanlı ordusuna yaşattığı mağlubiyet Hıristiyan dünyası için oldukça yüksek bir motivasyon kaynağı olmuştu. Çünkü bu tarihe kadar mağlup edilemez olarak kabul edilen Müslümanlar bu savaşta yenilmişti. Fakat Müslümanlar toparlanmasını bilmiş ve kısa süre sonra İnebahtı’nın intikamını alabilmiştir. Ancak 1699’da Osmanlı ordusu-ki bu ordu o günün dünyasında İslam’ın sembolü olarak kabul ediliyordu- ilk defa gavura toprak kaptırmıştır. Bu durum Osmanlı bürokrasisinde alarm zillerinin çalmasını sağlamış ve yavaş yavaş Batı’da ne olup bittiğini öğrenme çabaları baş göstermiştir. Dar-ül İslam’dan bir parçanın gavurun eline geçmesi Müslüman ahalide ve devlette ciddi anlamda endişe yaratmış ve bu durumun tez vakitte tersine çevrilmesi amacıyla bazı adımlar atılmıştır. Ancak atılan adımlar gavura karşı üstünlük sağlamak bir yana, kültürel anlamda ancak “ihtida” sözcüğüyle adlandırılacak bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.“Batıyı mağlup etmek için Batılılaşma” hamleleri, Cumhuriyet modernleşmesinin karakterini belirlemede de etkili olacaktır. Başlangıçta askeri alanda yaşanan mağlubiyetin telafisi amacıyla temas kurulan Batı, zamanla kültürel unsurlarıyla da taklit edilecek ve bugün şahit olduğumuz üzere ne doğulu ne batılı olamayan, iki arada bir derede kalmış, kimlik ve kişilik krizleriyle boğuşan bir toplumsal durumun ortaya çıkmasına sebep olacaktır.

 

Küreselleşen "Epistemik Şiddet" ve Ortadoğu

 

Mer’iyette olduğuyla ilgili neredeyse kimsenin şüphe etmediği olgulardan biridir küreselleşme(Globalisation).Ne zaman başladığı ve nasıl cari olduğuna ilişkin farklı kanaatler olsa da, bir realite olarak varlığı kuşku götürmeyen bir gerçeklik. Bilinen insanlık tarihinin bütün safhalarında kendisini bir şekilde hissettirmiş kaçınılmazlık adeta. Yani yeni bir şey değil… Kimi zaman daha iyi bir hayat sürme arzusu,kimi zaman sahip olma güdüsü,kimi zamansa inancı yayma tutkusu ile insanlık ailesi tek bir mekana saplanıp kalmaktan kurtulmuş. Başka kültürlerle, toplumlarla, mekanlarla tanışmış. Kimi zaman ürettiklerini satmak için, kimi zamansa bilgisini,görgüsünü arttırmak için çıkmış yola ve bu yolculuk bazen tarihin seyrini değiştirmiş. Örneğin Hicaz yarımadasında küçücük bir belde de doğan İslam’ın bugün Fas’tan Endonezya’ya, Kurtuba’dan Buhara’ya, Kırım’dan Güney Afrika’ya kadar yayılmış iki milyara yakın mensubu var. Aynı şey Hıristiyanlık için de geçerli… Beytlahimli İsa(a.s)’nın Brezilya’da bağlıları var…Konfiçyus hayattayken vazettiği öğretinin bir gün Asya’nın yarısında egemen olacağını muhtemelen bilmiyordu. Ya da Haçlılar Kudüs’ü ele geçirmek için yola çıktıklarında, bu yolculuklarının tarihin seyrini değiştireceğini tahmin bile edemezlerdi. Kristof Kolomb yanına aldığı bir kaç gemiyle çıktığı seferin Kıta Avrupa’sının geleceğini şekillendireceğini bilemezdi. Ya da İbn-i Rüşd savunduğu fikirlerin bir gün Hıristiyan ilahiyatında devrim yapacağını ve Aydınlanmaya ilham vereceğini öngöremezdi.