EPİSTEMİK ŞİDDET (II)
Hayli zamandır Dünya’da ve Türkiye’de olup bitenleri anlatma iddiasındaki haberlerin ayrılmaz bir parçasını oluşturan kelimelerin başında “şiddet”in geldiğini görüyoruz. Sosyologlar, psikologlar, eğitimciler ve daha nice uzman, şiddetin çeşitli veçhelerinden bahsediyor. Lakin zikredilen bu veçheler arasında bilinç üzerinde etki gücü çok yüksek olan “epistemik şiddet” ne yazık ki yok. Oysa ki sahih bir “şiddetle mücadele” stratejisinin yol haritasında ilk iş “bilgi(episteme)”nin mahiyeti ve keyfiyetini teşrih masasına yatırmaktır. Bu şiddet türünün gereği gibi anlaşılmaması halinde toplum ve insanlık olarak onurlu bir yarına uyanmamızın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Bilginin “hamd vesilesi” olmaktan çık(arıl)ması, iyinin-doğrunun-güzelin-erdemin-faziletin inşa ve ikamesi yerine güç ve kar amaçlı istismar edilmesi sürecinin bu şiddetle yakından alakalı olduğu gerçeğine sırtımızı dönemeyiz. Bu noktada “epistemik şiddet nedir?” sorusuna odaklanmak gerekiyor. Devamı... Yorum Ekle
Muhafazakar "Bürokratik Oligarşi"nin Depremle İmtihanı
Yıkımın büyüklüğü; bürokrasideki yozlaşmayı, kurumlar arası eşgüdüm zafiyetini, vaktiyle şikayet edilen statükocu perspektifin (bu sefer) muhafazakar kadrolar eliyle ikame edildiği gerçeğini, hasılı kelam etkin yönetim ve hızlı karar alma olanağı sağlayacağı gerekçesiyle cari kılınan “başkanlık sistemi” nin doğasından kaynaklanan sorunları görünmez kılmamalı… Bilakis bunlarla yüzleşmeli ve bir daha aynı delikten ısırılmamak için müteyakkız olmalı… Dahası, geçmişte kaldığını zannettiğimiz Kemalist bürokratik oligarşinin “evrim geçirerek” muhafazakar demokrat kadrolara “nüfuz” ettiği (onları Matrix filmindeki ajan Smith gibi kendine benzettiği) ve az önce zikrettiğimiz sorunların bu nüfuzla/benzetmeyle çok yakından alakalı olduğu da unutulmamalı… Bugün olduğu gibi geçmişte de “en zor zamanlarda” olağanüstü çaba göstererek, büyük fedakarlıklara katlanarak yaraların sarılmasına müzaheret eden insanımızı siyasal hayatın öznesi (karar alma süreçlerinin faili) olmaya ikna (ve teşvik) etmek boynumuzun borcu olmalı… Böylece hayatın bütününe etki eden siyaseti Ankara’nın “soğuk duvarları” arasında biz fanilerin “aklının er/e/meyeceği” spesifik bir iştigal alanı olmaktan kurtarıp, İslam’ın ruhuna uygun sosyal gerçekliğin vazgeçilmez unsuru olarak konumlandırabilir, gerçek soru(n)ların konuşulduğu, çözüme bağlandığı sahih bir mecraya irca edebiliriz. Mustazafların muktedir olmasının yolu da böylece açılmış olur… Atasoy Müftüoğlu'nu Nasıl Okumalı?(I)
Taşralı toplumlarda partizan bir böcek bir düşünürden daha değerlidir. (Atasoy Müftüoğlu) Zihinsel ve fiziksel konformizmin (ki bunlar birbirini tamamlar) anaforunda debelenen toplumlar sahih bir değişimin faili olamazlar. Böyle toplumlarda ilmi/entelektüel sorumluluk ve celadet sahibi olanlar ya kriminalize ve terörize ya da ademe mahkum edilme riskiyle karşı karşıyadırlar. Statüko belirleyicidir çünkü...Çıkarlarını statükonun devamında görenler değişimden nefret ederler. Bilirler ki değişim öncelikle kendilerinin rahatını kaçıracak/ huzurunu bozacaktır. Bu nedenle bütün güçleriyle direnirler… Ellerinin altındaki enformasyon araçlarını/bilgi üretim mekanizmalarını en etkili şekilde kullanarak statükonun değişmesi gerektiğini söyleyenlerin güvenilmez kişiler olduğuna kamuoyunu ikna etmek isterler. Çünkü mühim olan hasımlarının (statüko karşıtlarının) hor ve hakir kılınması, zillete düçar edilmesidir. Bu uğurda yapılan her eylem meşru ve makbuldür. Muhalif olanların etiketlenmesi, yaftalanması, insan içine çıkamaz hale getirilmesi için oldukça sistematik ve örgütlü bir propaganda yürütürler. Yakın çevrelerinde mebzul miktarda aparatçik ve trol bulunur. Bunlar manipülasyon üstatları olarak maaşa bağlanır ve ihtiyaç duyulduğunda cepheye sürülür. Maruz kaldığı enformasyon sağanağı nedeniyle zihinsel teşevvüş yaşayan toplum neyin iyi neyin kötü,neyin hayır neyin şer ,neyin faydalı neyin zararlı olduğunu idrak edebilecek yetkinlikte değildir artık. Erk sahipleri tarafından ahmaklaştırılmışlardır çünkü… Dolayısıyla propaganda memurlarının tezviratları (resmi yalanları) hakikatmiş gibi algılanır. İlmi/entelektüel sorumluluk sahibi çok az insan/lar toplumu içine düştüğü bu girdaptan kurtarmak için büyük riskler alarak öne çıkar ve fakat en ağır darbeyi kurtarmak istediklerinden yer… Statükonun devamını konforlu istikballeri için zaruri görenler değişimin tehlikeli bir şey olduğuna toplumu inandırmış, ilmi/entelektüel çabanın ciddiye alınmaması gerektiğine ikna etmiştir. Tam bu noktada iki seçenek belirginleşir. Ya reel duruma teslim olup ilmi/entelektüel çabayı yadsıyarak zihinsel konformizmin tadını çıkarmak(!) ya da bütün riskleri göze alarak hakikati temsil ve tebliğ etmek… Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği-V
VI.Milli Eğitim Şurası 18-23 Mart 1957 tarihleri arasında dönemin Milli Eğitim Bakanı Ahmet Özel başkanlığında Ankara’da toplanmıştır. Şuranın gündemi; 1- Mesleki ve teknik öğretim a) Erkek teknik öğretimi b) Kız teknik öğretimi c) Ticaret öğretimi 2-Halk eğitimi Türkiye’nin çok partili hayata geçişiyle beraber kalkınma-büyüme-gelişme odaklı eğitim stratejisinin bu şurada da devam ettiği görülmektedir. Ticaret öğretiminin müstakil olarak yer alması yeni Türk burjuvazisinin oluşturulması amacına matuf olarak okunabilir. Diğer şuraların satır aralarında işaret edilen halk eğitiminin ana gündem maddesi olması ise dikkat çekicidir. Marshall yardımlarıyla farklı bir boyut kazanan Türkiye-Amerikan ilişkilerinin eğitim-öğretim alanındaki izdüşümleri de görülmeye başlayacaktır. Bu şurada yabancı uzman raporlarının oldukça etkili olduğu söylenebilir. Özellikle ICA, UNESCO, ILO,FORD VAKFI gibi kuruluşların hazırladıkları raporlar şuranın aldığı kararlarda etkili olmuştur. Denebilir ki ABD yardım yaptığı ülkeyi her anlamda daha yakından tanımak ve böylece yapacağı yardımın takip ve denetimini sağlıklı yürütebilmek için eğitim-öğretim hayatına doğrudan müdahil olmuştur. Üniversitelerimiz de bu süreçte Avrupa’nın (özellikle de Almanya’nın) idealist felsefi geleneğinin çizgisinden yavaş yavaş çıkarak Amerika’nın ampirik-pragmatik ve kapitalist bilgi sisteminin etkisi altına girecektir. 1950’li yıllarda kalkınma paradigması doğrultusunda Karadeniz Teknik Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Atatürk Üniversitesi gibi bölgesel kalkınmayı harekete geçirecek üniversiteler kurulacaktır. (1) Bu üniversiteler bünyesindeki iktisadi ve idari bilimler ile sosyal bilimler disiplinleri ampirik-pragmatik-kapitalist yaklaşıma göre dizayn edilecektir. Örneğin Atatürk Üniversitesi’nin kuruluşunda ABD’nin bölgesel kalkınma amaçlı kurduğu Nebraska Üniversitesi model alınacaktır. Böylece Atatürk Üniversitesi aracılığıyla Türkiye, Amerikan üniversite sistemiyle de tanışmış olacaktır. |
EPİSTEMİK ŞİDDET (I)
Bilim, felsefenin yol göstericiliğini reddettikten sonra iflah olmadı… Kıta Avrupa’sında (Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak) ortaya çıkan “felsefeden bağımsız bilim” anlayışı insanlık ailesinin halihazırda yaşadığı buhranlarının sebebidir bir bakıma… Tarihte emsali olmayan bir sapmanın (inhirafın) adıdır… Bu sapma Avrupa’yla sınırlı kalmayacak, yumuşak ve sert sömürgecilik yoluyla diğer uluslara/kavimlere de benimsetilmek istenecektir. Bilim-felsefe arasındaki bağın kop(arıl)ması sadece pozitif bilimler-beşeri bilimler-dini ilimler ayrımına meşruiyet kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda (İslam dünyası için) vahiy bilgisinin irrasyonel bağlama hapsedilerek referans alınamayacağı tezine de ilham kaynağı oldu. Gerçi düşünce geleneğimiz çok daha öncesinde dini-dünyevi ilimler tasnifiyle karşılaşmıştı. Gazali’nin meşhur eserinin adı “din ilimlerinin ihyası” idi. Ancak bu ayrım modern dönemdeki gibi birbirinden bağımsız iki alan ihdas etmeyi amaçlamayan, bilakis Grek felsefe geleneğinin/tarzının Müslüman dünyaya nüfuzunu engellemeye dönük “döneme özgü” bir ayrımdı. Kaldı ki Müslüman düşünce hayatı vahiy bilgisinin rehberliğinden azade bir bilim anlayışına müsait değildi. Bu müsait olmama durumu vahyin doğasından kaynaklanıyordu. Yüce Kur’an din-dünya, ruh-beden, madde-mana, dünya-ahiret, fizik-metafizik, akıl-gönül gibi ayrımları (düalizmi) onaylamıyor, birbirinin mütemmim cüzü olarak zikrediyordu. Tevhidi beyan, bilgiye-hayata-tarihe vahyin rehberliğinde bir bütün olarak bakmayı salık veriyordu. Atasoy Müftüoğlu'nu Nasıl Okumalı? (II)
Kendisiyle sohbetimizde Müftüoğlu yedi güzel adam adıyla maruf Mavera havzasından ayrılmasıyla ilgili dört hususa işaret ediyor. Ertuğrul Bey’in kitabında üç madde olarak sıralanmış.(9) Bunlardan birincisi sanat ve edebiyatın işleviyle ilgilidir. Müftüoğlu sanatın ve edebiyatın kendi zamanına tanıklık etmesi (tabiri caizse savaşa katılması) gerektiğine dikkat çekerek Nizar Kabbani’yi örnek gösterir. “Lale devri edebiyatı” yapmanın lüzümsuzluğuna dikkat çeker. Nasıl ki Nizar Kabbani şiiriyle savaşa müdahil olduysa biz de öyle yapmalıyız der. Bu uyarısı karşısında merhum Rasim Özdenören “ fizik hakkında konuşacak birinin iyi bir fizikçi olması gerekir” diyerek kendine mahsus çelebi üslubuyla Atasoy Bey’e edebiyatçı olmadığını hatırlatır. Edebiyatı, dünyayı daha insani,daha adil,daha güzel daha kültürlü kılma çabası olarak,evrensel varoluşun ruhu olarak anlamalıyız (10) derken Müftüoğlu yaşadığı zamana sözü güzel ve hikmetli söyleyerek tanıklık etme derdindedir. “Sanat,edebiyat,hikmet ve felsefeyle kendi inanç,kültür,siyaset dünyamızda karşılaşabileceğimiz baskılara, bağnazlıklara, ufuksuzluklara karşı bir engin gönüllülük kazanırız” diyerek bu tanıklığın çerçevesini de belirlemiş olur. Akif’in doğrudan hayatın içinden aldığı örnekleri şiirine konu edinmesi, hayatı şiirle anlamaya-anlamlandırmaya-eleştirmeye çalışması,önerilerini de yine şiirin imkanlarıyla beyan etmesi örneğinde olduğu gibi Müftüoğlu da edebiyat-sanat aracığıyla kendi gerçekliğimizle yüzleşmeyi salık vermektedir. Bir "Pagan Ayini" Olarak Futbol
Yaklaşık yirmi yıl önce yine bir dünya kupası “heyecanı” yaşanırken Umran Dergisi “Din Dışı Kutsallıklar ve Futbol Paganizmi” başlıklı bir dosya ile çıkmıştı okurlarının karşısına.(1) O zamanlar üniversite üçüncü sınıf öğrencisiydim ve futbolun büyüsünün henüz, yeteri kadar, farkında değildim. Türkiye’nin dünya üçüncüsü olduğu bu şampiyonada tabiri caizse yer yerinden oynamıştı ülke genelinde. Ben de herkes gibi bu heyecana ortak olmuştum… Lise yıllarında sahici bir Beşiktaş taraftarıydım. Bütün topçularının adlarını ve mevkilerini bilir, bütün maçlarını izlemeye gayret ederdim. Metin-Ali-Feyyaz üçlüsü, takoz Recep, Şifo Memet, Rıza Çalımbay, müstesna sol ayak Sergen sohbetlerimizin başkahramanlarıydı. Diğer takım taraftarlarının fanatikliğe varan söylem-eylemlerini anlayışla karşılar (çünkü biz de öyleydik) , işin doğasının böyle olduğuna inanırdık o yıllarda. Argo,hem futbolcu hem de taraftar için çok normaldi…Hatta olmazsa olmazdı. Aynı takımı tutanlar, daha önce birbirlerini hiç görmemiş olsalar da, bir vesileyle (örneğin stadyumda ya da kahvehanede maç izlemek için) bir araya geldiklerinde , kırk yıllık arkadaşmış gibi davranırlardı. Bunu da normal karşılardık... Rakip takım oyuncularına ve taraftarlarına hakaret etmek, onları düşman gibi görmek racon gereğiydi. Uymayanları kınar,cemaate (pardon takıma) sadakatinden şüphe ederdik. En galiz küfürleri savuranlar en samimi taraftar olarak nam yapardı. Tuttuğumuz takımı inciten yorumlarla karşılaştığımızda gücümüz yetiyorsa elimizle, olmadı dilimizle, o da olmadı kalbimizle tepki verirdik/buğz ederdik!Futbol hayatın akışına etki eden bir boyuta sahipti bizim için. Özellikle derbi maçlarda “hayat durur”, ”nefesler tutulur” vakitler bu maçlara göre ayarlanır, randevular ona göre verilirdi. Maçın ardından ise kazanan takımın naralar atarak, böğürerek, klakson sesleriyle şehri inletmeleri sıradan bir şey gibi algılanırdı. Kim Yerli? Kim Göçmen? Kim Yabancı ?
Bilinen insanlık tarihinin en kadim meselesidir göç… Bir yerden başka bir yere gitmek anlamında hareketi/dinamizmi/devingenliği havi bir boyuta sahiptir. Nedenleri çeşitlidir… Coğrafyanın zorlayıcılığı olabileceği gibi açlık-yoksulluk-kıtlık-savaş ta olabilir… Bir inancın-itikadın-ideolojinin yayılmasını sağlamak ya da ticari faaliyetler de dahildir bu nedenlerin arasına… Her halükarda mekan değişimi söz konusudur ve bu değişim tarih boyunca başka değişimleri de beraberinde getirmiştir. Kavimler göçü olarak bilinen olgunun tarihin akışını nasıl değiştirdiği malumdur. Anadolu olarak bilinen üzerinde yaşadığımız topraklar, göç hafızası en güçlü yerlerden biri olarak öne çıkar. Öyle ki buraların göç yolu olmasından mütevellit “köprü metaforuna” meşruiyet kazandırılmıştır. Gelip geçenin çokluğuna, Doğu ile Batı’nın birbirine bağlanmasına işaret eden bu metafor tarihsel bir gerçekliğe işaret etmenin yanında, köprülerin yapay karakteri gereği ilgili ülkeyi/toplumu kimlik-kişilik yoksunu olarak resmetmesi gibi son derece sorunlu bir içeriğe de sahiptir. Ancak konumuz bu olmadığı için burayı hızlı geçiyorum. Tarih ilminden öğrendiğimiz kadarıyla diyebiliriz ki göçün etkilemediği bir toplum/kültür neredeyse yoktur. Orta Asya steplerinden Latin Amerika’ya, Hicaz Yarımada’sından Endülüs’e, İber Yarımada’sından Afrika ve Hindistan’a kadar göç hareketliliğinin şekillendirdiği küresel bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu gerçekliğin zorunlu sonucu olarak denebilir ki küre ölçeğinde saflığını muhafaza etmiş bir kavim ve kültürden bahsedilemez. Hele ki globalleşme realitesinin (ki eksiksiz bir biçimde burjuva Protestan kültür kodlarını içkindir) neredeyse kemale ermek üzere olduğu bugünkü vasatta artık saf kültür ve kavim iddiası fantezi olmaktan öteye gitmeyecektir. Demek ki insanlık ailesi farklılıklarıyla bir arada barış içinde yaşamaya muhtaçtır. Bunun ötesi kan asaleti, kavim asabiyeti, toprak fetişizmi, kültürel ayrıcalık gibi çeşitli mesnetlere yaslanarak savaşlara-yıkımlara girişmek olur ki, bunun da ne kadar büyük bir buhrana yol açacağını akl-ı selim sahipleri bilir. |
- Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği-IV
- Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği-III
- Batıni/İşraki Gelenekle Yüzleşmeye Çağrı
- Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği-(II)